Doğum, doğal fizyolojik bir eylem olmasına rağmen çoğu zaman kadınlar tarafından rasyonel bir korkuya neden olur. Doğum hakkında olumsuz bir durum teorik olarak ispatlanmış olmasa da söylentiler, kadınların doğuma yönelik korkularını artırmaya yetmektedir. Kadınların doğum hakkında yaşadıkları korkuların çoğu kişisel deneyimlerinden kaynaklanmamaktadır. Doğum hakkında oluşmuş korku kültürünün etkisi gün geçtikçe daha da artmaktadır. Doğum korkusu yaşayan kadın için sezaryen, bu korkudan kaçmanın en yakın ve emin yolu olarak görülmektedir.

Günümüzde Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek sezaryen oranına sahip ülkedir. Bu durumdan Sağlıkta Dönüşüm Programı ile gündeme gelen “Performans Yasası” sorumlu tutulsa da ülkemizde sezaryene olan eğilimin 90’lı yıllarda başladığını biliyoruz. Performans sistemi hakkındaki eleştiriler, olayı biraz daha gözler önüne sermiş olsa da günümüzde gelinen nokta, artık sezaryenin doğrudan kadınlar tarafından talep edilmesidir. Kimi yurt içi yayınlarda anne isteğine bağlı sezaryenin %40’larda olduğunu görüyoruz. Üstelik bu oran sağlık çalışanlarında %70’lerdedir. Bu bize, sağlık çalışanlarının da doğumdan korktuklarını göstermektedir. Uluslararası yayınlarda kadınların doğum korkusunun temel sebebinin doğum ağrısı yaşama ile ilgili olduğu görülürken, ülkemizde yapılan çalışmalar daha farklı sonuçlar ortaya koymaktadır. Türkiye’de kadınlar ağrıyı doğumun doğal bir parçası olarak görürken, çoğunlukla doğum esnasında sağlık çalışanlarının nazik olmayan yaklaşımlarından dolayı doğum korkusu yaşamaktadır.

Hemen her ailenin evvelinde, geçmişteki olumsuz sağlık koşullarımız nedeniyle bir anne ölüm hikâyesi mevcuttur. Kadınlar tarafından yapılan gün toplantılarında her kadının doğumu ile ilgili anlatacağı olumsuz ve uzun bir hikâyesi vardır. Kadınlar, adeta kendi doğum hikâyelerinin daha dehşet verici olduğuna dair birbirleri ile yarışırlar. Piyasada bulunan kitaplar, gebeliğin ve doğumun komplikasyonlarından bahsetmektedir. Kadınlara doğumun doğal bir süreç ve manevi yönden önemli olduğunu anlatan kitap sayısı ise oldukça kısıtlıdır. Türkiye’de normal doğum ortamları suni sancı serumlarına, perine kesilerine ve karından bastırmalara sahne olmaktadır. Şüphesiz bütün bu uygulamalar tıbbi neden olmaksızın yapılmamaktadır. Ancak doğuma müdahale uygulamaları dediğimiz bu uygulamaların eskiye göre daha çok kullanılması ve Dünya Sağlık Örgütü önerilerinin aşılmış olması, ülkemizde “normal doğumlar gerçekten normal mi” sorusunu akla getirmektedir.

Değişen dünyada kadınların ve ailelerin değişen tercihleri doğumlara da yansımaktadır. Günümüzde çoğu kadın ve aileleri doğum için de tercihlerine uygun bir sağlık hizmeti arayışındadır. Esasen sezaryen ortamları onların tercihlerini daha çok karşılamaktadır. Normal doğum adı altında sayısız müdahalelere maruz kalmaktansa daha olumlu koşullar sağlayan ameliyathaneleri tercih etmektedirler. Çünkü ülkemizde gelişen sağlık sistemi içerisinde cerrahiye verilen önem sayesinde ameliyathaneler gelişirken doğumhaneler hep arka planda kalmış ve unutulmuştur. Çünkü cerrahi operasyonlar, hastaneye en çok gelir sağlayan alanlardır. Hastane yönetimi, daha becerikli ve akıllı bulduğu hemşire ve ebeleri ameliyathanede görevlendirir. Burada çalışmak için personelin asepsi ve antisepsiden tutun da cerrahi aletlerin kullanımı ve hastaya yaklaşım açısından farklı bir eğitimden geçmesi gerekir. Oysa doğumhaneler, hastanelere çok para kazandıran alanlar değildir ve bu yüzden burada çalışan elemanların hastaya nasıl yaklaştığı, yaptığı işte ne kadar uzman olduğu önemli değildir. Zaten buraya gelen kadınlar doğurmakta başarısız olursa -ki bu çoğu zaman doğumhanede yeterli destek görmediklerinden olur- ameliyathane zaten onları beklemektedir.

Teknolojik gelişmeler annelerin bebeğine kavuşması için yeni imkânlar sunmuş olsa da tıbbi yönden geçerli bir endikasyon olmadan sezaryene alınan kadınlar, anne-bebek bağlanmasına ve emzirme sürecine etki edebilecek doğum olayından kendilerini ve bebeklerini mahrum bırakmaktadırlar. Fransız hekim Prof. Dr. Michel Odent, toplumsal şiddetin artış nedenlerinin temel sebeplerinden biri olarak isteğe bağlı sezaryen artışını göstermektedir. Sezaryen, gerekli olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur. Ancak gereksiz yere yapılan sezaryenler insanın doğasına aykırı olduğu için aynı zamanda bir “sessiz şiddet” türüdür. Sezaryen oranlarını azaltmak için yapılacak çalışmalar, kadınların doğum korkusunu oluşturan nedenlere yönelik olmalıdır. Türkiye’de bununla baş etmek için ulusal nedenlere bakmak gerekir. Kadınların doğumhanelerdeki yaklaşımlardan dolayı doğumdan korktukları düşünülürse doğum ortamlarımıza bir göz atmak önemli hale gelmiştir. Fiziki şartlar ve sağlık bakım yaklaşımları doğumlarımızı olumsuz etkilemektedir. Bu yazıda, doğum korkusunun nedenleri sağlık hizmetleri açısından değerlendirilmiş ve çözüm yolları ele alınmıştır.

Sağlık Çalışanlarının Doğum Korkusu

Doğum korkusu sadece kadınlarla ilgili bir olgu değildir. Sağlık çalışanları da doğumdan korkmaktadır. Çünkü ebelik ve tıp eğitiminde, komplikasyonlar ve komplikasyonların erken tanı ve tedavisine yönelik dersler verilmekte, ancak doğumun manevi yönü atlanmaktadır. Doğumun bütün sorumluluğu doğum görevlilerine yüklenmiş durumdadır. Bundan dolayı doğum görevlileri, doğum esnasında olabilecek muhtemel sorunlara karşı önlem alma zorunluluğu hissetmektedir. Gebelik ve doğumla ilgili malpraktis davalarının fazla olması, sağlık çalışanlarını profesyonel çalışmaları esnasında oldukça fazla strese sokmaktadır. Bakım hizmetleri adeta hekimleri, yasal süreçlerden koruyucu bir bakım modeline dönüşmüş durumdadır. Gebe izlemleri sırasında ultrasonografi ve non-stress test Dünya Sağlık Örgütü önerilerini aşarak fazla miktarda talep edilmektedir. Gebelikler, teknolojik aletler vasıtasıyla patolojik bulgu arama sürecine dönüşmüştür. Teknolojik yöntemler, fetüsün durumu hakkında kesin bir yargı ortaya koymamasına rağmen bazı bulgular, kadınları tüm gebelik boyunca psikolojik yönden etkileyebilmektedir.

İlkel dönemlerden beri gebelik ve doğum hep vardır. Doğum, kadın bedeninin içgüdüsel eylemidir. Diğer memelilerden farklı olarak insanda gelişmiş olan neokorteks doğumun önündeki en büyük engeldir. Prof. Dr. Michel Odent, fikirlerini bilimsel yayınlarla desteklediği The Caesarean isimli kitabında (2004) doğum ortamlarında kadınların neokorteksini uyaran etkenlerin doğum sürecine zarar verdiğinden bahsetmektedir. Bunlardan birincisi ve en önemlisi “dil”dir. Doğum esnasında kadınlara kullanılan rasyonel dil, doğum sürecini olumsuz etkilemektedir. Ne yazık ki doğuma hazırlanan anne adayı, gerek hastane personeli gerekse hastane koşullarından dolayı sürekli olarak sorular, sesler ve komutlarla karşı karşıyadır. Kadın, doğum için hastaneye girdiğinde doğum görevlilerinin kullandığı “ağrın başladı mı?”, “sancıların kaç dakikada bir geliyor?” gibi söylemler doğumda ağrı çekmesine dair inançların ve korkuların daha da güçlenmesine neden olmaktadır. Hatta kimi hastanelerde doğuma kadar annelerin bekleyeceği odaların kapısında “sancı odası” yazılı tabelalar asılıdır. Sağlık çalışanları, doğum esnasında farkında olmayarak bazı sözlerle kendi korkularını gebeye ve bebeğe aktarabilmektedir. “Bebeğin ölebilir!”, “bebeğin sakat kalabilir!”, “kalp atışları düşüyor!”, “başı, omuzu takılabilir!”, “güçlü ıkınmazsan bebek kanalda sıkışabilir!”, “ıkınamıyorsun!”, “sezaryene almamız gerekebilir!”, ve “ıkın ıkın ıkın ıkın!” gibi sözler herkesin doğumhanelerde çokça duymaya alışık olduğu türdendir. Söyleyen için çok basit gibi görünse de bu sözler, doğum yapan kadın için oldukça ürkütücü ve hayatidir. Ayrıca sözlerin tesiri ile doğumun daha da kötüye gitmesi ihtimali yüksektir.

Günümüzde doğumların hemen hemen tamamı hastaneye taşınmış, doğumevi kavramı neredeyse ortadan kalkmıştır. Doğum yapmak için hastaneye gelen kadınlara hasta dosyası çıkarılmakta, hasta odasına alınmakta, hasta yatağına yatırılmakta ve hasta kaydı yapılmaktadır. Bir yandan Sağlık Bakanlığının normal doğum oranlarını arttırma yönünde çabaları devam ederken diğer yandan gebeye normal olmadığı yani “hasta” olduğu şeklinde hitap edilmesi kafa karıştırıcıdır. Gebe de hastaneye girdiğinden itibaren kendini hasta olarak hissetmekte, doğumu ise sağlık ekibinin inisiyatifine bırakmaktadır. Hal böyle olunca da müdahaleler rutin hale gelmektedir. Gebe, hasta yatağına yattığından itibaren damar yolu açılmakta, suni sancı verilmekte, lavman yapılmakta, her an sezaryene alınabilme riski öngörülerek aç bırakılmakta, su dahi içmelerine izin verilmemektedir. Gebenin yatağa bağımlı bırakılması, bebeği ilerletmek için yapması gereken doğal hareketlere izin vermemekte; aç kalması ise daha travayın ortasında yorgun düşmesine ve tükenmesine neden olmaktadır. Tüm gebeler, sırt üstü yatırılarak doğurtulmakta ve bebeğin çıkımı anında artık bitkin düşmüş oldukları için karından bastırmalar ve perine kesileri ile müdahale edilmek zorunda kalınmaktadır. Ebelik bakımı neredeyse unutulmuş, doğum süreci hekimlerin yoğun poliklinik ve yatan hasta ziyaretleri arasına sıkıştırılmıştır. Travay takibi; indüksiyon, tuşe ve NST takibi ile sınırlı hale gelmiştir. Tüm bu şartlar içerisinde gebeler, travay boyunca ebe desteğinden yoksun ve yalnız kalmaktadır.

Oksitosin, bebeğin doğumu ve emzirme sırasında anneden salgılanan hipofiz arka lob hormonudur. Doğum esnasında oksitosin ve bir dizi hormonun birbiri ile etkileşim halinde olduğu artık bilinmektedir. Korku hormonu olan adrenalin ile oksitosin birbirine zıt hormonlardır. Yani etkili oksitosin salgısı için adrenalin olmaması beklenir. Oksitosin, doğumda bebeğin ilerlemesine yardım ederken kadın bedeninin doğal ağrı kesici hormonu olan endorfin salgısını tetiklemekte, doğum sonrasında ise anne-bebek bağlanması ve emzirmede önemli etkileri bulunmaktadır. Halk arasında suni sancı olarak bilinen ve damardan verilen oksitosinin istenen etkiyi yapmadığı fare deneyleriyle kanıtlanmıştır. Ayrıca bilim adamları 2014 yılında uterus kas dokularının, karanlık hormonu olarak bilinen melatonin reseptörleri de olduğunu keşfetmişlerdir. Yani uterin hücreler doğrudan bu karanlık hormonuna duyarlıdır. Doğumun kolaylaşmasında büyük etkisi bulunan oksitosin hormonu, melatonin reseptörleri ile birlikte çalışmaktadır. Prof. Dr. Odent’e göre “parlak ışık”; neokorteksi etkileyen ikinci etkendir. Hastanelerde hasta odaları ve doğum ortamları genellikle iyi aydınlatılmıştır. Bebeğin doğumu esnasında ise doğum yapan kadını ve bebeği izlerken ışık kaynağına mutlaka ihtiyaç duyulmaktadır. Odent geçtiğimiz yıl bir konferansında, karanlık hormonu olarak bilinen melatoninin neokortikal aktiviteyi inhibe ettiğinden bahsetmiştir. Karanlık, melatonin hormonunun salgılanmasını uyarmakta ve insanların gece rahat uyumasını sağlamaktadır. Doğum yapan kadın ışığa maruz kaldığında, doğumun doğal süreci için gerekli olan melatonin, dolayısıyla oksitosin salgısı olumsuz etkilenmektedir. Oksitosine izin vermeyen doğum ortamlarının anne-bebek bağlanmasını ve doğum sonrası emzirme oranlarını da düşürdüğünü akla getirmektedir. Nitekim TNSA 2013 verileri, emzirme oranlarımızın da oldukça düşük olduğu bildirmektedir. “Bebek dostu hastane” çalışmaları bugün kâğıt üzerinde kalmıştır. Ne yazık ki doğumda kadın merkezli bir bakım sunmadan bebek dostu olmayı beklemek ütopya gibi görünmektedir.

Prof. Dr. Michel Odent, doğum yapan kadının neokorteksini etkileyen üçüncü etken olarak “gözlemlenme hissi”ni tanımlamıştır. Bir gözleyenin varlığına dair verilen fizyolojik yanıt, kadının doğum sürecinin doğal akışına kendini bırakamamasıyla sonuçlanmaktadır. Kadınların travay ve doğum esnasında sağlık personelinin sürekli odaya girip çıkması “gözlemlenme” hissini arttırmakta ve mahremiyeti bozmaktadır. Kadınlar için hastane ortamı ve sağlık çalışanlarının varlığı her zaman alışık olmadıkları bir durumdur. Gebenin takip edilmesi düşüncesinden dolayı doğumhanelerin kapısı açık bırakılmakta ve sayısız personel, mahrem olması gereken bu ortama girip çıkmaktadır. Kadınlar doğurtulmak için sırtüstü yatırılmakta ve iyi aydınlatılarak doğum yolu net bir şekilde gözler önünde açık bırakılmaktadır.

Esasen kadınlarda doğum korkusuna neden olan etkenler, sezaryen olmaktan başka çare bırakmamaktadır. Kadınlar sezaryeni bir doğum yöntemi olarak görmekte, gebeliğin başında doğum yöntemleri arasında karar verme uğraşı içerisine girmektedirler. Bilimsel literatür de kadınların sezaryenin bir doğum yöntemi olduğu yönündeki inançlarını destekler niteliktedir. Ulusal yayınlarda sezaryenden bahsedilirken “sezaryen ile doğum”, “sezaryenle doğum” ya da “sezaryen doğum” şeklinde terimler kullanılmaktadır. Ayrıca doğum için ise “vajinal doğum” ya da “normal doğum” terimlerine sık rastlanmaktadır. Akademik yayınlar için önerilen anahtar kelimelere bakmak için başvurduğumuz Medical Subject Heading (MeSH)’de bu terimlere rastlamak mümkün değildir. MeSH’de “vaginal birth” terimi sadece sezaryen sonrası vajinal doğumu ifade ederken “vaginal birth after caesarean” şeklinde önerilmektedir. Ulusal literatürde kullandığımız normal doğum ve vajinal doğum gibi terimlerin tek karşılığı uluslararası literatürde “childbirth”, sezaryenle doğum ve sezaryen doğum gibi terimlerin ise “caesarean section”dır.

Çocuk Doğumunun Memelileştirilmesi

Prof. Dr. Michel Odent kitabında, “eğer doğum yapan kadının gerçek ihtiyaçları yarım yüzyıl önce fark edilseydi, doğumun tarihinin başka bir yöne gideceğini” iddia etmektedir. Eğer böyle olsaydı, bazı ülkelerde olduğu gibi ebelerin protokol mahkûmları haline gelerek özerkliklerini ve özelliklerini kaybedip fiilen ortadan kalkmayacaklarından bahsetmiştir. Kadın doğum uzmanlarının ebe sayısını geçtiği ülkelerde ebeler, özerkliklerini kaybetmiş ve sezaryen oranları birdenbire yükselmiştir. Odent’e göre doğum yapan kadının gerçek ihtiyaçları belirlenirken ebelerin gerekliliğinin göz önünde bulundurulması önem taşımaktadır.

Odent, sezaryen oranlarını azaltma yönündeki hedeflerin, doğum söz konusu olduğunda memelilere özgü ihtiyaçların karşılanması gereğine, insani olan her şeyin ortadan kaldırılmasının önemine dikkat çekmiştir. Bu noktada doğumun insanileştirilmemesi, “çocuk doğumunun memelileştirilmesi”nin hedeflenmesini önermiştir. Memelilere özgü ihtiyaçların karşılanması demek, öncelikle mahremiyetin sağlanması demektir. Çünkü memeliler, doğururken kendisinin gözlemlenmediğinden emin olmak isterler. Bu, aynı zamanda kendini güvende hissetmek anlamına gelmektedir. Odent’e göre doğum sırasında ebe aslında bir anne figürüdür. Ebe, gebenin gözlemlendiğini ya da yargılandığını hissettirmeden yanında güvende hissedilen kişi prototipi olarak bulunur. Ayrıca Odent, doğum görevlilerinin niteliklerini kanıta dayalı olarak açıklamıştır. Doğumda bulunan görevlilerin ya da ebelerin başlıca niteliklerinden birinin fazla göze çarpmama, sessiz kalma ve özellikle de net yanıt gerektirecek sorular sormaktan kaçınma olduğunu savunmaktadır. Hatta Odent konferanslarında ebelere, doğum takip ederken doğum süreci ile ilgili olarak kendini stresli hissediyorsa gebenin yanından uzaklaşmasını ya da bir kenarda örgü örmesini tavsiye etmektedir.

Doğumda kullanılan dilin, kadınların neokorteksini uyardığı dikkate alınırsa doğum görevlileri, kullandıkları kelimeleri özenle ve nezaketle seçmelidir. Çünkü doğum, neokorteksle değil ilkel beyinle ilgili bir olgudur. Günümüzde bu yüzden eğitimli kadınların içgüdüsel doğurma yeteneklerinin farkına varmaları için belirli bir felsefeye temellenmiş doğuma hazırlık eğitimi almaları gereği ortaya çıkmıştır. Marie Mongan, Hypnobirthing felsefesinde doğumda dilin pozitif kullanımını çok iyi açıklamıştır. Morgan, doğum sancısı yerine “rahim kasılması ya da rahim dalgası”, doğurtulmak yerine “doğurmak”, beklenen doğum tarihi yerine “doğum zamanı ya da doğum ayı”, su kesesinin yırtılması yerine “zarların gevşemesi”, ıkınma yerine “doğum nefesi”, komplikasyonlar yerine “özel durumlar”, doğum kanalı yerine “doğum yolu”, gibi daha pozitif terimler kullanılmasını önermektedir. Güzel söz kültürümüzde de önemli bir yer teşkil etmektedir. Yunus Emre der ki; “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede söz”. Konuşurken ne söylendiği değil, nasıl söylendiği daha etkilidir. Bir sağlık çalışanının da gebesine doğum esnasında söyleyiş tarzı önem taşımaktadır. Doğumla ilgilenen kişi, güzel konuşmasının yanında mümkün olduğunda alçak sesle ve az konuşmalıdır. Çünkü doğumun doğasında, sözcükler değil hisler ön plandadır.

Dünyaca ünlü ebe Ina May Gaskin Ina May’s Guide to Childbirth (2008) isimli kitabında, doğum yapan kadınların normalde onlardan beklenmeyecek sesler çıkardıklarından bahsetmiştir. Kadınlar, doğum esnasında rahatlamak için içgüdüsel olarak bazı sesler çıkarabilirler. Ağzı sıkıca kapalı tutmak, doğum yolunun açılmasını zorlaştıracaktır. Boğazı açan ve titreten seslerin her zaman doğumu da kolaylaştırdığı görülmüştür. Bazı kadınlarımızın doğum esnasında içgüdüsel olarak derin bir nefesle sürekli ve ağır ağır “Allah” dediklerine şahit olmaktayız. Bu sözün dilimizde kutsallığı yanında doğum nefeslerine yardımcı ve odaklanmayı sağlayıcı etkisi bulunmaktadır. Budist öğretilerde de “ah” meditasyonunun önemli bir yeri vardır. Bu meditasyon sırasından boğazın ötesinden gelen derin “ahhh” sesi meditasyona eşlik eder. Ayrıca “ah” sesi kuantumun sesi olarak bilinir. Doğum esnasında kadının yüzünü ve dudaklarını gevşek bırakacak her türlü ses doğum yolunu da gevşetecek, boğazdan ve derinden gelen sesler ise doğumu kolaylaştıracaktır. Önemli olan kadını desteklemek ve bu sesleri rahat çıkarması için uygun ortam sağlamaktır.

Doğada memelileri, herkesin ortasında doğururken göremeyiz. Bir kedi ya da köpek her zaman doğum için güvenli ve loş bir ortam arar. Bu yüzden genellikle doğumlar gece olur. Günümüzde kadınların hastane ortamından kaçıp kuytu bir yerde doğurmasını bekleyemeyiz ama her kadının kendisine özgü mahremiyet koruma yöntemleri vardır. Kadınları doğal olarak bırakıp müdahale etmediğimizde içgüdüsel olarak kendi mahremiyetini koruyucu pozisyonlar almaktadır. Ebeler doğurmakta olan kadını doğum masasına almaya uğraşırken, kadınların dört ayak üzerinde durmak gibi tipik memeli pozisyonu alması çok ilginç ve kayda değerdir. “The Farm” adını verdiği doğum çiftliğinin sahibi Ebe Ina May Gaskin de memeli hayvanlarda yaptığı gözlemler neticesinde doğada canlıların doğum yapmak için gizlenmeleri, sessiz ve loş bir ortam seçmelerinin canlılar dünyasındaki en elverişli doğum şartlarını açık ve net bir şekilde gösterdiğini ifade etmiştir. Zor doğumların ebesi olarak tanınan Gaskin, özellikle omuz takılmalarında dört ayak üzerinde durarak yapılan doğumlarda, bebeğin doğum kanalında daha geniş bir alana sahip olduğundan bahsetmektedir. Active Birth Centre’nin kurucusu Janet Balaskas ise felsefesini kadınların doğum esnasında doğal olarak aldıkları pozisyonlara ve yaptıkları hareketlere dayandırmıştır. Fetüsün doğum yolunda ilerlemesine bağlı olarak doğum yapacak kadın, travay esnasında ve doğum sürecinde gerek beli ve kalçası gerekse bacakları ile çeşitli hareketler yapmakta ve sadece memelilere özgü çeşitli pozisyonlar almaktadırlar. Aslında Osmanlı kültüründe de doğumlar, kadının çömelerek doğurmasına fırsat sağlayan doğum taburelerinde olmaktaydı. Her ebenin bir doğum taburesi vardır ve doğuma giderken bunu yanında götürürdü. Sağlık çalışanları, doğum esnasında kadınların içgüdüsel olarak çıkarmak istedikleri sesler, almak istedikleri pozisyonlar ve yapmak istedikleri hareketler konusunda kısıtlayıcı değil destekleyici olmalıdır.

Sonuç

Doğumun korku verici bir durum ve ortam olduğu fikrinin terkedilmesi için, öncelikle sağlık çalışanlarının kendi doğum korkuları ile baş etmeleri ve kadınlara da bu yönde destek olmaları gerekmektedir. Türkiye’de kadınların doğum korkusuna bağlı sezaryen taleplerini önlemeye yönelik çalışmalar; toplum, medya, gebeler, sağlık çalışanları, hastane yönetimleri ve bilim insanları ile işbirliği halinde yürütülmelidir. Hayata daha yumuşak bir geçiş yapmak ve şiddetsiz bir dünya için normal doğumlarımızın gerçekten normal mi olduğunu bir kez daha düşünmeye ve doğumhanelerimizi iyileştirmeye ihtiyacımız vardır. Temel hedef; sezaryen oranlarını azaltarak vajinal yoldan doğum oranlarını artırmak değil, kadınların keyifli bir gebelik geçirmesi ve tercihlerine uygun bir doğum yapması olmalıdır. Şüphesiz 90’lardan beri temellendirilmiş doğum korkumuzu toplumca ve sağlık çalışanları olarak yenmemiz o kadar çabuk ve kolay olmayacaktır. Ancak bu, toplumsal şiddetin önüne geçmek için bir zorunluluk haline gelmiştir.

Sezaryen oranlarının düşük olduğu ülkelerde; doğum öncesi, doğum ve doğum sonu hizmetler ebe tabanlı ve kadın merkezli olarak yürütülmektedir. Sezaryen oranlarının azaltılmasında en temel yaklaşım, ülkemizde “ebelik sistemi”nin yeniden kurulması ve sağlık hizmetlerinin “kadın merkezli” olarak yeniden tasarlanması olacaktır. Ebelik felsefesi ve etik kodları, doğumun doğal fizyolojik bir eylem olduğu esasına dayanır. Ayrıca “ebelik bakım modeli”, “kadın merkezli” bir bakım modeli sunar. Doğumhanelerde, ebelik bakım modeline dayalı bir akreditasyon çalışması, ülkemizde doğum alanında yapılacak yeniliklerin temelini oluşturabilir.

Şekil: Doğum Korkusuna Yönelik Ekip Yaklaşımı Modeli

SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 2016 tarihli 38.sayıda, sayfa 74-77’e yayımlanmıştır.