Bizim kuşağımız için Osmanlılar’ın bilim ve kültür alanlarına yaptıkları özgün katkıların tartışılması neredeyse her zaman, bilgiye ve belgeye dayanmayan abartılı karşıt fikirlerin ortalıkta gezinmesi biçiminde olmuştur. Ya biraz hamasi bir biçimde idealize edilmiş mükemmellikten, ya da tamamen yoksunluk, yetersizlik ve bir katkı üretememiş olunduğundan bahsedilir. Ama kesin olan şey, her iki argüman içinde gereken belge ve bilgilerin ortada görünmeyişidir. Oysa bu durumun bir gerçeklik zemininde hallolmasının, gerçekte ne olup bittiğinin, Osmanlı’nın oluşturmuş olduğu kültürel dokunun neye benzediği, hangi saiklerle oluştuğunun anlaşılmasının, ancak o döneme ait tanıklıklarla, yazılı bilgi ve belgelerin gözden geçirilmesi ile mümkün olacağı açıktır.
“Osmanlılarda Sağlık” kitabı bu sorunu, açık çözüm olan, belge sağlayarak çözmeye çalışmanın bir ürünü. Yayın kurulu başkanı, Prof Dr. Mehmet İpşirli takdim yazısında, kitabın amacının Osmanlının tıp alanında kaydettiği gelişme ve başarıları belgeleri ve değerlendirmeleri ile ortaya koymak olduğu söylüyor. Yazarın altını çizdiği önemli bir durum aslında sorununun çözüm noktasını da işaret ediyor: Osmanlı’nın arşive verdiği önem ve onun saklanması, bugüne ulaştırılmasında gösterdiği titizlik… Aslında tarihteki çok az büyük devletin gösterebildiği bir özenle tutulmuş ve saklanmış Osmanlı arşivleri.
Kitap, 2 cilt biçiminde düzenlenmiş. 2. cilt sadece belgelerden oluşuyor. Bu ciltte yer alan belgelerin; özellikle Başbakanlık Osmanlı arşivi, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, İstanbul Şer’iyye Sicilleri Arşivi başta olmak üzere belli başlı arşiv ve kütüphanelerden milyonlarca belgenin geniş bir uzman kadro yoluyla taranması, aralarından doğrudan sağlık ile ilgili olduğu saptanan 10.000 dolayında belgenin yeniden değerlendirilmesi ile seçildiği takdim ve önsöz yazılarında belirtiliyor. Yine belirtildiği kadarıyla 2. cilt, 1000 kadar belgenin neşrini içermekte, 1. ciltte yer alan bazı yazılarda kullanılan belgelerle birlikte tüm kitapta kullanılan belge sayısı 1500 – 2000’e ulaşmakta.
2. ciltteki belgeler, imla birliği sağlanarak Latin harflerine çevrilmiş, transkripsiyonları yapılmış. Ayrıca taramayı, gözden geçirmeyi çok kolaylaştıran Türkçe ve İngilizce özetleri verilmiş. Bu haliyle aslında uluslararası bilim dünyasına hitap edecek bir nitelikte. Ama yine de ‘acaba dünya ölçeğinde fark edilip, değerlendirilebilmesi için gerekenler yapılabildi mi?’ diye düşünüyor insan.
2. ciltteki ilk belge, 1467 tarihli ve bir hekimin terekesi arasında yer alan hekimliğe ait eşya ve kitapların dökümünü içeriyor. Son belgenin tarihi ise 1786. Ama I. ciltteki vakfiyeleri de hesaba katarsak, 1300’lü yıllara kadar iniyoruz. 2. ciltteki belgeler zihinsel bir kolaylık sağlamak üzere ve devri, zamanı daha kolay görebilmeye imkân tanıyacak biçimde, II. Mehmet – I. Abdülhamit arasında hüküm süren padişahlara göre bölümlenmiş. Sonuç olarak, Osmanlı tıbbının kendine ait özelliklerinin belirgin olduğu dönemler ile Batı tıbbının ilk etkilerinin hissedilmeye başlandığı zamanlara ait belgeler birbirini takip ediyor.
1. ciltte ise 23 bağımsız makale yer alıyor. Yayın kurulu başkanına göre amaç, 2. ciltteki metinleri okuyacak ve istifade edecek kişiler için bir giriş oluşturmak. Bu cildin yazarlarının değişik alanlardaki uzmanlardan seçilmiş olması da bakış açısını genişletecek bir yaklaşım oluşturmak amacını güdüyor.
Editörlerin 2. ciltte yer alan yazma belgelerin, 1. cildin yazarlarının hizmetine sunulduğunu yazılarında ifade etmiş olmalarına rağmen, 1. ciltte yer alan yazılar, aslında bu kaynaklardan çok yararlanabilmiş gibi durmuyor. Bu durum, ilk cildin Osmanlı’da sağlık konusuna bir tür giriş yapacak şekilde genel nitelikli makalelerden oluşturulmaya çalışılmasından (bu niyet, yayın kurulu başkanınca da belirtilmiş) kaynaklanıyor. 2. ciltte sunulan yazma belgelerin en genel biçimi ile ve bizim için (yani genel okuyucu için) de en ilginç yorumunu Prof. Dr. Sabahattin Aydın’ın yazısında buluyoruz. Tabii diğer yazarlara da haksızlık edilmemeli; seçilen konuların mümkün olduğunca geniş bir yelpazeye yayılmasına çalışılması ve farklı uzmanlık/merak alanlarına sesleniyor olması, ilgi alanlarına göre pek çok okuyucu için farklı şeyler keşfetme olanağı sunuyor. Örneğin Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Türkçe tıp yazını ile ilgili yazısı, söz konusu kaynaklara hiç atıfta bulunmuyor ama merak uyandıran bir yazı…
Ayrıca 1. ciltte, aslında ikinci cilde ait olarak düşünülebilecek, büyük ölçüde belgelere dayanarak yazılmış birkaç yazıda yer alıyor. “Osmanlı hastane yönetmelikleri: Vakfiyelerde Osmanlı darüşşifaları”, “Hukuk ve tıp: Fetvalara göre Osmanlı toplumunda hasta-doktor ilişkileri”, “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne göre Osmanlılar’da sağlık hayatı” isimli makalelerde büyük ölçüde arşiv çalışmasının olması gereken devamı niteliğinde.
1. cildin sonunda yer alan bibliyografya da son derece faydalı. Kitapta kullanılan görsel malzemenin büyük bir kısmının da editörler tarafından birincil kaynaklardan aktarılmış olması, kitabın değerini kanımızca önemli ölçüde arttırıyor.
Kitabın en önemli ve özgün kısmını kuşkusuz 2. ciltteki (ve 1. ciltteki benzer nitelikteki) belge bölümü oluşturuyor. Bu çalışma bir bakıma arkeolojideki yüzey araştırmasına benziyor: Öncelikle yapılması gereken elimizde ne olduğunun tespiti. Bu bize hem yön verecektir hem de değişik alanların uzmanları bu kez belirlenmiş olan mümbit kaynakları derinliğine kazmaya, işlemeye başlayacaklardır.
Kitap hakkında söylenmeden geçemeyeceğim bir şey de 6 kg.’ı bulmasına ve taşıma güçlüğüne yol açmasına rağmen çok özenli tasarımı ve baskısı… Doğrusu bir kitap sever için tümüyle hoşnutluk verici. Ne diyelim; deveye boynu ağır gelmez. Tabii bunu dile getirirken Editör, araştırmacı, yazar vb. kitap için emek vermiş her kesin emeğinin zayî olmamasını sağlayan sponsoru da övgüyle zikretmek ve böyle eserlerin vücut bulmasının ancak bu yolla mümkün olabildiğini hatırla(t)mak gerekir. Belki işiten olur!
“Osmanlılarda Sağlık” İstanbul 2006 Editör: Dr. Çoşkun Yılmaz ve Dr. Necdet Yılmaz. Sporsorluğu Biofarma tarafından yapılan eser, yine aynı firma tarafından basılmış. Yayın kurulu başkanı Prof. Dr. Mehmet İpşirli.
Dere tepe düz, bir arpa boyu yol
Hekimlik pratiğinin tarihine, hekimlerin anılarından, yazarların roman ya da hikâyelerinden, biyografilerden yola çıkılarak bakılabilir mi? Iain Bamforth, “Kütüphanedeki Beden” adlı derlemesinde bunu deniyor. Kitap bir sunuş bölümü ve ardından, ortaçağdan günümüze uzanan bir tarih dilimi içinde, Sokrates’dan Kafka’ya, Dickens’den Çehov’a, Nietzche’den Orwell’e pek çok yazar, düşünür ve hatta bizzat hekimlerin hikâye, deneme, günlük, oyun veya derlemelerinden oluşan geniş bir yelpazede tıbba ve hekimliğe bakıyor.
Bedeni, insanoğlunun dünyadaki var olma aracı olarak gören, bu nedenle de insan bedenini dokunulmaz kabul eden anlayışa karşı, “bedene yapılan saygısızlık, onun işleyişindeki bozukluklara saldırı demektir, onu parçalara ayırmak ise onarmak anlamına gelmektedir” diyen Vesalius’un 1543’de yazdığı “İnsan Bedeninin Yapısı Üzerine” adlı kitap ile başlayan tıbbi cüretkârlık, belki bilgiye doğrudan ulaşma döneminin başlangıcını teşkil eder. Ve beden keşfedilmeye başlar. 17. yüzyılda bedenin keşfedilen ve “Willis Halkası”, “Malpighi Tabakası” gibi, kaşiflerinin ismiyle anılan bölgeleri giderek artar. 1761’de Morgagni’nin kendi yaptığı 700 otopsiyi anlattığı “Hastalıkların Yerleri ve Sebeplerinin Anatomik Araştırması” eseri yayınlanır.
İnsan bedenini giderek daha ayrıntılı inceleyebilme olanakları belki de dinlemenin, bireysel farkları dikkate almanın değerini bir süre için tahtından indirir. 1799’da “Hücreler Üzerine Bir İnceleme” adlı eserini yazan Xavier Bichat, “aslında hiçbir şeyin karşılığı olmayan semptomlar, tutarsız zuhuratlardan başka bir şey değildir. Oysa birkaç kadavra açıverirseniz, sadece müşahedenin asla ortadan kaldıramayacağı belirsizliklerin ortadan kalktığını göreceksiniz” diyecektir.
1789 Fransız Devrimi ile hekimlik pratiğinde de devrim niteliğinde değişiklikler ortaya çıkar. Aynı zamanda başarılı bir flütist olan Laennec’in stetoskobu bulması (1816), sadece hastalığın teşhis edilmesi alanında değil, Foucault’un da bize hatırlattığı gibi hekim hasta ilişkileri alanında da bir devrim yaratır.1800’lerde ise istatistiğin tıp alanında belirmesiyle hekimle hastanın arasına aletlerden sonra rakamlar da girer. Sağlık sistemi içinde hekimler lider konumunu işgal eder, uygulamada standartlar oluşurken, hekimlik mesleğini yapmak isteyenlere bazı kurallar ve hatta denetleyici mekanizmalar bir sınır koymaya başlar. Bu bazen farklı bir sisteme inancını dile getiren, ya da egemen fikirleri taklit etmeyenlerin yukarıdakilerin gazabına uğraması biçiminde de tezahür edebilir.
Sonra röntgen, farmakoloji, mikrobiyoloji girer alana… Bir taraftan da hastalıkların sadece mikroplar değil ama asıl fakirlikle ilişkili olduğu düşünülmeye, yazılıp çizilmeye başlanır. Ama antibiyotikler ve insülin gibi “Büyülü Mermiler” keşfedilinceye kadar, uzun bir süre tedavi yöntemleri çok yetersiz kalır. St Jacques Hastanesi’nde zatürreden yatarken yaptığı gözlemlerini “Fakirler Nasıl Ölür” adlı denemesinde yazan George Orwell (?), bundan yirmi yıl sonra, PAS ve streptomisin tedavilerinin bulunmasından yalnızca birkaç ay önce veremden hayatını yitirir. Bertold Brech’in şöyle seslenir hekimlere; (1936-1938)
Omuzumuzdaki ağrı
Rutubettendir, dersiniz, aynı sebeptendir
Dairemizin duvarındaki küf lekesi.
O zaman söyleyin bakalım bize:
Nedir bu rutubetin sebebi?
Tüm bu zamanlar boyunca insanlar hekimlerden çok ve hatta birbirine taban tabana zıt şeyler beklerler. Kitapta buna dair pek çok örnek var.
Nietzsche’nin “olumlu” diye nitelenen bir döneminde yazdığı bir yazıda, onaylayarak tarif ettiği ve zaman zaman korkutucu hale gelen hekim tipi şöyle: “….. kısacası, günümüzde iyi bir hekimin bütün profesyonel mesleklerin becerisine ve imtiyazlarına ihtiyacı vardır. Bu silahlarla donandıktan sonra, hayırlı çalışmaları, zihinsel mutluluğu ve verimliliği artırmak, kötü düşünceleri, kem maksatları ve -rezil membası genelde hep karın olan hoyratlığı tehcir etmek için ve evlilik simsarı ve sansürcü olarak- zihinsel, fiziksel bir aristokrasi üreterek, yaygın tabirle ruh sancısı ve vicdan sızlaması olarak bilinen haletleri budayarak, genel olarak topluma iyilik eden biri olarak karşılarına çıkabilir. Böylece bir ‘tıp adamı7 iken, bir kurtarıcıya dönüşecektir; yine de, ne mucizeler göstermesi gerekecek ne de çektiği acıların sonu çarmıha gerilmek olacaktır.” (1878)
Dickens’in Kara Peçe (1836) adlı öyküsünde olduğu gibi bazen bir doktordan ölüyü diriltmesi istenebilir.
Kafka da “Bir Taşra Hekimi”’nde güvene dayalı geleneksel insan ilişkilerinin bir kuşkuyla lekelenmesinin hekimi nasıl itibarından ettiği, hatta günah keçisi haline getirdiğini anlatır (1919).
Bulgakov “Katil” adlı hikâyesinde, bir hekimin adalet anlayışının hiçbir şart altında öldürmeyeceksin ilkesinin önüne geçebildiğini anlatır (1940).
İkinci Dünya Savaşı sonrası Cenevre’de Dünya Sağlık Örgütü kurulur. Tedavi edici hekimlik ve onunla birlikte sağlık hizmetinin para karşılığı verilmesi, daha çok para verene daha iyi hizmet sunma, bu alana yatırım yapma yarışı tüm sermayeyi etkilemeye başlar. Hekimlerin sağlık sisteminin sahip ve yöneticileri altında maaşlı elemanlar olarak çalışmaya başlamasıyla sorumlu hekim tanımı eskiden hasta ile hekim arasındaki ahlaki bir ilişkiyi tanımlarken artık akla doktor ve yönetici arasındaki sözleşmeyi getirir .Yazar, Jules Romains’in “Knock” adlı tiyatro oyununda (1923) iki hekim arasında geçen konuşmadan bir alıntı yapar: “Ben dört farklı tedavi uyguluyorum temel tedavi metodu, ayda 12 ve 20 bin frank geliri olan aileler içindir; haftada bir gün muayenehaneye gelmeyi ve ilaçlar için ayda takribi 50 frank harcamayı gerektirir. Skalanın en üstünde aylık geliri 50 bin frankı geçen ailelere uyguladığım lüks tedavi yer alıyor; haftada en az dört kez muayene olmaları, röntgenler, radyum, elektrikli masaj, kan testleri, rutin ilaçlar gibi çeşitli kalemler için 300 frank ödemeleri gerekiyor..”
Yazar, geçmişi tıbbın alanını olabildiğince genişletmek, sıradan, günlük olaylara tıbbın bakış açısıyla bakmak, riskleri hastalık haline getirmek, insan bedenini bütünüyle kontrol altına almaya yönelmek gibi eğilimlere karşı bir uyarı, hatırlatma amacıyla Hegel’den şu alıntıyı yapıyor : “İngilizler’in rahatlık dediği bitmez tükenmez sınırsız bir şeydir. Başkaları sizin rahatlık dediğiniz şeyin rahatsızlıktan başka bir şey olmadığını kanıtlayabilir size, üstelik bu keşiflerin sonu gelmez. Bundan dolayı rahatlık ihtiyacı, aslında doğrudan içinizden gelen, kendinizden kaynaklanan bir ihtiyaç değildir aslında; onu, size varlığından kazanç sağlamayı umanlar gösterebilir”.
“Kütüphanedeki Beden”in sunuşundaki tarihi ve felsefi perspektifi, ardından gelen hikâyelerle birleştirdiğimizde hekimlik uygulamalarının katettiği yolu, çözdüğünü zannederek geçtiği ama tekrar tekrar dönüp bakmak zorunda kaldığı meseleleri, bu anlamda da bizim için bugün problem olan konuların aslında kadim zamanlardan beri var olduğunu ve çözümünün de aslında hep bir temel bakış ve seçim meselesi olduğunu görüyoruz.
“Kütüphanedeki Beden” Derleyen İain Bamforth; Avrupa ve Avusturalya’da çalışmış, halen Strasbourg’da yaşayan, deneme, makale ve şiirleri de olan bir hekim. Kitabın orjinal basımı 2003 Verso, Londra, Türkçe basımı Begüm Kovulmaz’ın çevirisiyle Mart 2004 Agora Kitaplığı yayınları arasında çıkmış.
* Aralık-Ocak-Şubat 2007-2008 tarihli SD 5’inci sayıda yayımlanmıştır.