Doç. Dr. Akif Tan: Sağlık sektörünün dışından biri olarak, ayrıca usta bir edebiyatçı ve felsefeci gözüyle bu sektörü nasıl görüyorsunuz, eksiklikleri neler, bu eksiklikleri gidermek için neler yapılabilir? Belki anılarınızdan yola çıkarak tespitlerinizi anlatabilir misiniz?

Hilmi Yavuz: İlk önce şunu belirtmem gerekirse, ben sağlık konusunda her zaman çok ayrıcalıklı konumda oldum. Eksik olmasınlar çok değerli hekim dostlarım var, o yüzden sağlıkla ilgili herhangi bir problem ile karşılaşmadım. Ben şikayet eden değil de genelde hekim dostlarınımın şikayetlerini dinleyen biriyim.

Doç. Dr. Akif Tan: Ne tür şikayetler bunlar, açabilir misiniz?

Hilmi Yavuz: Özellikle özel hastanelerin bir tür kapitalist işletmeye dönüşmesinden şikayetçiler ve bunu söyleyenler de solcu değil, yani o anlamda söylemiyorum gerçekten. Hastalığın metalaşmasından söz ediyorlar ki bu tabii hekimleri doğrudan bağlayan bir şey değil. Sağlık işletmelerinin sahibi ya da yöneticisi konumunda olan insanların izlediği stratejilerle ilgili belki içinde hekim olanlar da vardır bilemiyorum.

Doç. Dr. Akif Tan: Haklısınız özel sektörde son zamanlarda hızlı bir ivme var, bunun nereye doğru gideceği de zaman içinde ciddi bir sistem sorununu da beriberinde getirecek gibi görünüyor.

Hilmi Yavuz: Şimdi şöyle bir şey var, yine hekim dostlarımdan dinlediğim kadarıyla, doğrusu çok da üzülüyorum. Çünkü hekimlerin baktıkları ya da hastaneye yatırdıkları hasta sayısına göre promot edilip edilmedikleri gibi birtakım durumlarla karşılaşıldığı söyleniyor. Bunlar üzücü şeyler. Hastalığın metalaşması, ticari bir mala dönüşmesi diyorum ben buna. Ne kadar çok hastayı hastaneye yatırırsanız, hastanın medikal olarak ne kadar ihtiyacı olduğuna bakmaksızın ne kadar çok tıbbi tetkik, tahlil isterseniz, o kadar çok promot etme, meslekte o kadar çok ilerleme imkanınız -patronların gözüne girmek diye de ifade ediliyor bu- olduğu söyleniyor. Gerçekten durum böyle ise ki olmaması için bir neden de yok çünkü bunu söyleyenler son derece güvenilir hekim dostlarım, bu üzücü bir şey. Buna bir çözüm yok mu, hastalığın metalaşması kertesine gelmeden, elbette bu tür işletmeler kar amacıyla kurulmuş yerlerdir, kapitalizmin mantığı da budur ama bunu söylediğim biçimde uygulamaya koymak, hastalığın metalaşması bağlamında uygulamak doğrusu bana kapitalizmin vahşi yüzü olarak görünüyor. Hasta olmadığım halde bana bu tip uygulamalar yapılsa doğrusu şikayetçi olurdum. 

Doç. Dr. Akif Tan: Burada bu sektörün insani yanını canlı tutmak için işin temeline, yani eğitimine uzanmak gerekiyor sanırım. Siz de bir akademisyen olduğunuz için bu soruyu rahatlıkla sorabileceğimi düşünüyorum. Tıp fakültelerinin genel bir konsepti var, tıp dallarının ağırlığı, yıllara bölünüşü ve yetiştirme tarzı… Bunun dışında tıp öğrencilerine verilen derslerin içinde sanat, edebiyat, sosyoloji gibi alanlara da ağırlık verilmeli mi? Bunun nasıl ve ne kadar etkili olacağı konusunda bir öneri getirebilir misiniz?

Hilmi Yavuz: Aslında ideal olan, bütün bunların öğrenciye lise düzeyinde verilmiş olmasıdır. Bu donanım, bu dünya görüşü lise düzeyinde verilecek olan, değiş yerinde ise klasik anlamıyla söylüyorum, hümanist eğitim ile mümkündür.  Bizde lise Fransız örneğidir biliyorsunuz, Almanya’da gymnasiumlar, İngiltere’de grammer school denilen okullar var. Bu okullar genellikle bu tür bilgileri veren okullardır. Üniversiteler meslek eğitimi verirler. Bizde lise eğitimi bu türlü bilgi donanımıyla öğrencileri donatmadığı için üniversitelerde sanki böyle bir gereksinim varmış gibi görünüyor. Bana sorarsanız bu tür eğitim üniversitelerde verilmemeli. Yani tıp fakültesine gelecek bir öğrenci belli bir dünya görüşünü okuduğu lisede edinmelidir. Ben 1954 yılında liseyi bitirdim, benim okuduğum yıllarda bu türlü eğitim lisede veriliyordu Türkiye’de. Biz, entelektüel alanda verilen eserleri kritize etmeyi örneğin, bir müzik parçasını dinlerken bunun gerçekten nitelikli bir müzik eseri olup olmadığını anlama, bir edebi metni romanı, şiiri veya bir hikayeyi eleştirmeyi ve onun gerçekten değerli bir yapıt olup olmadığının ölçütlerini lise yıllarında öğrendik. Tabii sonradan bu değişti. Şimdi böyle bir açık olduğu için entelektüel birikimi vermek üniversitelerin görevi haline gelmiş, şimdi böyle bir gereksinim var ki siz bu soruyu bana sorma ihtiyacı duyuyorsunuz.

Hilmi Yavuz: Ama biz olup bitenlere bakmayalım bugün gelinen noktada neler yapılabilir ona bakalım. Tıp fakültesindeki öğrenciler ne tür bir donanıma sahip olmalıdırlar sorusunun yanıtı, böyle bir eğitim, aslında tıp ile entelektüel dünya arasındaki ilişkileri bilen uzmanların hazırlayacakları bir programla gerçekleşir. Mesela, bundan aşağı yukarı 50 yıl kadar önce Vedat Günyol bir yazısında “Balzac’ın “Köy Hekimi” romanını okumamış bir hekimin iyi bir hekim olamayacağı kanısındayım,” diye yazmış. Hekimlik mesleğini ve etiğini konu alan, bir hekimin nasıl bir dünya görüşüne sahip olması gerektiği konusunu problematize eden romanlar ya da incelemeler var. Bunlar okutulabilir mesala…

Zeynep Karaduman: Vedat Günyol’un yazısından konu açılmışken Guido Ceronetti de, beden ile ilgili aforizmaları bir araya getirdiği, “Bedenin Sessizliği” adlı kitabında, “Dr. Richard Blackmore, Sydenham’a iyi bir hekim olabilmek için hangi kitapları okuması gerektiğini sormuş. Sydenham da ona Cervantes okumasını tavsiye etmiş” diyor. Bir hekim bugün aynı soruyu size sorsa cevabınız ne olurdu?

Hilmi Yavuz: Şimdi tabii bu sadece adında “hekim” kelimesi geçen bir eserle sınırlı değil elbette, kahramanının hekim olduğu romanlar var, bunlar seçilebilir çünkü bir tıp fakültesi öğrencisi şöyle düşünebilir ve bunda da çok haksız değildir, özellikle bugün Türkiye koşulları düşünüldüğünde, yani bilgi ile işe yararlılık arasında çok bire bir bir ilişki kuruluyor bizim ülkemizde. Yani bilgi çok kısa bir vadede somut ve maddi bir çıkara dönüşüyorsa, işe yarıyorsa ancak o zaman anlamı oluyor, yoksa bilgi edinme konusunda çok fazla hevesli değiliz. Kabaca, “Ben bunu öğreniyorum ama bu benim ne işime yarayacak,” diye düşünülüyor. Halbuki gerçek anlamda bilginin bu tür meselelerle yani çıkar ya da yarar ilişkisi ile bağlantısı yoktur. Ama ne yazık ki bugün bizim genç insanlarımız meseleye bu gözle bakıyorlar. Bu yüzden ben Guido ile aynı kanıda değilim. Bu insanlara Cervantes’i okutursanız, “Ben bunu okuyorum ama burada benim mesleğimle ilgili, benim yaşamımla ilgili ne var? Ben ilerde kulak-burun-boğaz uzmanı olacağım, bana ne Cervantes’ten,” diyeceklerdir. Oysa kendisine kahramanı hekim olan, ya da şu veya bu biçimde içinde hekimlik ile ilgili fragmanların olduğu romanların seçilerek, -ki bunların seçimini de daha önce değindiğim gibi uzmanlar yapmalıdır- bir program hazırlanırsa, bak burada bir hekim ve şöyle bir durum var gibi bir takım gerekçeler bularak öğrencileri, “bu beni neden ilgilendirsin” düşüncesinden de uzaklaştırmış olursunuz. Sadece bu da değil, hekimlik üzerine yazılmış çok ciddi denemeler de var. Mesela Susan Sontag’ın “Bir metafor olarak hastalık” diye bir kitabı var, verem ve kanser arasındaki ilişkiyi yapısal bir biçimde irdeliyor. Bunlar benim ilk aklıma gelenler, bu örnekler çoğaltılabilir tabii. Dediğim gibi tıp ve edebiyat alanında uzmanlaşmış kişilerin, karakter olarak içinde hekimin ya da hekimlikle ilgili olayların geçeceği romanlardan, denemelerden, hikayelerden oluşturacakları bir literatür, bir kanal çok işe yarayabilir. Çünkü aslında belli bir bilincin edinilebilmesinin yollarından biri de budur. Örneğin tıp öğrencisi deontoloji dersi alıyor tıbbi etik bağlamında, onu sadece bir ders olarak görüyor, burada kuramsal birtakım şeyleri öğreniyor ve saire. Bunu bir de somut hayatın içinden yazılmış birtakım edebi, yazınsal yapıtlarda okuması farklı sonuçlar yaratır diye düşünüyorum.

Doç. Dr. Akif Tan: Aslında hekim, yalnızca kendisine ihtiyacı olan hastaları tedavi etmek sorunu ile uğraşmıyor, bunun yanında pek çok insani duruma hem kendi için hem de karşıdaki hasta için birtakım cevaplar bulmak durumunda da kalabiliyor. Mesela ciddi politik sorunların ve belki buna paralel sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde görev yapan hekimler bazı sorulara cevap aramak durumunda kalabiliyor, çoğu zaman bu sorulardan en çok öne çıkanı da şu, “Düşmanına yardım etmeli misin?” Ben emekli bir askeri hekim olarak zaman zaman bu ikilemin yaşandığı anlara tanık olduğumu söylemeliyim. Hekim yukarıda bahsettiğimiz donanımı alırsa bu sorulara insani bazda yanıtlar bulabilir mi?

Hilmi Yavuz: Şimdi aklıma Bekir Yıldız’ın bir hikayesi geldi, orada bir hasta ameliyat edilmek durumundadır, oldukça yoksul bir hastadır bu, klasik bir şema çiziyor aslında bu hikaye, fakat klasik olmayan şu benim görebildiğim kadarıyla, hastanın çok acil ameliyat edilmesi gerekiyor, fakat cerrah ameliyat odasına gitmiyor. Nedenini soruyorlar, hekim, ben önce ücretimi almalıyım, diyor. Ben ameliyatı yaparım, emek veririm, bittiğinde bana kusura bakmayın param yok da diyebilir, diyor. Burada hem hekimin hem de hastanın eski deyimle söylemek gerekirse noktayı nazarı var. Şimdi hem hekimin tavrını bütünüyle gözardı edemeyiz, hastanın yaklaşımını da gözardı edemeyiz. Diyeceksiniz ki bunlar arasında ciddi fark var, birinin yaşamı söz konusu, öbürünün cebine girecek 3 ya da 5 bin Dolar veya YTL söz konusu, doğru, ama işte böylesi trajik bir problemi dile getiren Bekir Yıldız’ın bir öyküsü var. Bu öykünün tıp fakültesi öğrencilerine okutulması, ve hekimin noktayı nazarı ile hastanın noktayı nazarı arasındaki farkların tartışılması ve dile getirilmesi gerekir. Elbette metinin kendine göre bir bakış tarzı vardır ama bu bakış tarzının başat olması gerekmiyor, çünkü burada çok daha farklı bir şey var, birinin canı diğerinin de emeği söz konusu, ama bu hikayenin tıp fakültesi öğrencilerinin üzerinde nasıl bir etki bıraktığını, meseleye nasıl baktıklarını da görmek gerekiyor. Bu çok yararlı bir şey olabilir.

Doç. Dr. Akif Tan: Didero’nun “Felsefe Notları” diye bir kitabı vardır. Orada etik bir soru sorar doktora: Fransa’da asil bir ailenin ferdi idam mahkumu olmuştur ve intihar girişiminde bulunur, onu kurtarmaya çalışan hekime perde arkasında kendisini kurtarmamasını, onurunu kurtarabilmesi için ölmesine izin vermesini ister. Şimdi bu konuda hekim ne yapmalıdır, ettiği yemine bağlı kalarak bu insanı kurtarmalı mıdır, yoksa onun onurunu kurtarması adına ölümüne izin mi vermelidir? Rahmetli Adnan Menderes yargılanırken de buna benzer bir şey yaşadık. Yaşanılmış örnekleri olan bu etik sorunun cevaplanması gerekmez mi?

Hilmi Yavuz: Bütün bu konuşmalardan çıkan sonuç, aslında tıbbın etik ile çok bire bir ilişkisi olduğudur. Ama bu ilişkinin çeşitli dolayımları da var. Adnan Menderes olayında söylediğiniz şey çok dramatiktir. Çünkü burada işin içine başka birtakım şeyler de giriyor. Tıp ve etiğin yanı sıra meselenin bir de politik yanı var. Doktor kendisine verilen görevi bir hekim olarak üstlendiği gibi belli bir konumda ise eğer onun politik içermelerini de üstlenmek zorunda hissediyor. Bu özellikle askeri hekimler için çok sorulan bir şey, can alıcı hayati bir mesele. Şimdi idam edilecek adama prostat tedavisi yapılabilir mi? Bunu bir hekim üstlenmeli mi, üstlenmemeli mi? Kendisine üstleri tarafından böyle bir emir verilmiş olsa bile bunu insanlık onuru ile bağdaşmayacak bir edim olduğunu düşünerek baş kaldırmalı mı? Ya da emri yerine getirmeli mi? Bu da bir etik sorun. Başka örnekler de var, gerek 12 Mart dönemi gerek 12 Eylül dönemi ama ağırlıkta 12 Mart döneminde benzer çok olay yaşandı. Bizzat hekimler marifeti ile yürürlüğe konulan –bunu söylemek çok acı ama- işkencelere tanık olduk.

Doç. Dr. Akif Tan: Buradan da ötenaziye gelmek istiyorum. Etik yönü ağır basan ötenazi bugün bazı ülkelerde yasallaşmış durumda. Bizim ülkemizde yasal değil ama sıkça biz hekimlerin karşısına çıkan bir konu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hilmi Yavuz: Bu sorun sadece hastanın kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı ile ilgili bir problem değil. Bu hakkı elbette inkar etmiyoruz. Nitekim organ bağışında da buna benzer durumları yaşıyoruz. Adam diyor ki ben öldükten sonra benim organlarımı ihtiyacı olanlara verebilirsiniz, bunda bir sorun yok. Beden bizim mülkümüzdür dolayısıyla kendi istediğimiz gibi tasarruf ederiz. Ancak burada başka birtakım etmenlerin olduğunu da hesaba katmak gerekiyor. Bu etmenlerden biri dindir. Bizim dinimiz, intihar etmeyi yasaklıyor, yani bedenimiz üzerindeki tasarrufların da dinin getirdiği birtakım kurallarla sınırlandığını görüyoruz. Yani kişi bedeni üzerinde tasarruf yaparken bütünüyle kendini özgür hissetmeyebiliyor. Bu sadece hasta açısından değil, hekim için de problem yaratabilir. Çünkü, hekim de dini bütün biri olabilir, bunda şaşırılacak bir şey yoktur. O da ötenazi uygulamasını bu bağlamda reddedebilir. Bence bu sorunun çözümü kişilere bırakılmalıdır. Bunu kurallaştırmak doğru değil. Yani organ bağışı için nasıl bir tavır alınıyorsa, bu meseleye de öyle yaklaşılmalıdır. Kişi bu kararı ölümünden önce bilinci açıkken almalıdır ve kayda geçirilmelidir. Tabii bu durum, ölümün nasıl tanımlanması gerektiği konusunda da düşündürmelidir bizi. Acaba böyle bir konsensus var mı hekimler arasında?

Doç. Dr. Akif Tan: Tıpta böyle bir tanımlama var. Tıp genel olarak beynin ölümü ile tanımlıyor ölümü. Beynin ölümünü objektif verilerle kanıtlayabiliyorsa, bu tip hastalara organ transplantasyonuna uygun, yaşayan kadavralar deniliyor tıpta. Ve hastanın birinci derecede akrabalarının onay veriyor olması da meseleyi yasallaştırıyor.

Hilmi Yavuz: O zaman dediğim gibi, eğer böyle bir konsensus varsa, tıbbın kabul ettiği ölüm tanımı ile örneğin İslam dininin kabul ettiği ölüm tanımı arasında bir örtüşmenin olması gerekir ki herhangi bir tededdüt olmasın ama böyle bir örtüşme yok. Anladığım kadarıyla tıp, bilincin ölümünü referans alıyor, oysa İslam kalbin ölümünü referans alıyor. Burada bir farklılık var,  bu fark problematik bir durum yaratıyor. Problematik şu anlamda, hangisine tabi olalım, hekimlerin kriterine mi yoksa Allah’ın koyduğu kriterlere mi? Bir müslüman açısından düşünülürse. Onun için bu konuya, bence tabii laik bir devlette yaşıyoruz, devletin müdahale etmemesi gerekir. Kendi bedeni üzerindeki müdahaleyi kişinin kendisi yapmalıdır, hatta birinci dereceden akrabalarına da bırakılmamalıdır. Çünkü örneğin benim ölüm tanımımla oğlumun ölüm tanımı da birbiriyle uyuşmayabilir.

Burada teolojik meseleler de giriyor işin içine. Şöyle bir ata sözü vardır, çıkmayan candan umut kesilmez, der atalarımız. Şimdi hasta hep, bir gün bir gelişme olacak, bir ilaç bulunacak veya bir mucize olacak ve ben iyileşeceğim, diye düşünüyor. Şimdi aslında isterseniz burada tıbbı konuşalım biraz da. Tıbbın ne kertede kozalite ilişkilerine ya da nedensellik ilişkilerine dayalı bir “bilim” olduğunu konuşalım. İki türlü yasa vardır, bunlardan biri nedensellik yasasıdır, kozıl dediğimiz yani nedenler sonuçları doğurur. Ama son kertede görülebildiği kadarıyla tıpta nedenselliklerden çok istatistikler geçerlidir. Öyle, mesala ben yıllarca sigara içtim, bana hekim dostlarım sigara kanser yapar dediler, nitekim sigara paketlerinin üzerine de “öldürür” yazıldı. Şimdi öldürür demek, sigara içmek ile akciğer kanseri arasında kozal bir ilişki olduğunu gösterir, oysa bu ilişki neden sonuç ilişkisi değildir. Çünkü o neden her zaman aynı sonucu vermiyor, birisi çıkıyor diyor ki, “Benim büyük babam 104 yaşına kadar yaşadı, günde 3 paket de sigara içerdi.” Demek ki burada kozaliteden değil, probabiliteden söz etmemiz gerekiyor.

Bunlarla her gün karşılaşıyoruz ve tıp bizi her gün şaşırtıyor. Örneğin bize yıllardır her gün bir tane aspirin almanın, kanı sulandıracağı ve dolayısıyla pekçok şeye iyi geleceği söylendi. Şimdi ise tam tersi, beyin kanamasına neden olur denmeye başlandı. Bize hep söylem analizi öğretilmiştir. Hangi sözcükleri kullanıyor hekim, diyor ki “neden olmuştur”, neden olmamıştır. Olasılık vardır. Bu doğanın bize verdiği bir şey, doğada nedensellik  yok, biz nedensellikleri kurgulamışız. Şu manada, şimdi ben size sorsam, yarın sabah güneş doğacak mı, diye siz yüzde yüz doğacak diyemezsiniz, ancak geçmişteki deneyimlerinizden yola çıkarak, yani milyarca yıldır güneşin doğduğunu düşünerek, büyük bir olasılıkla doğacak dersiniz. Dolayısıyla tıpta ne kertede bu nedensellik ilişkileri geçerli orada bir soru işareti var. Orada bir problem var. Şimdi böyle bir problem varsa, o zaman hasta şunu düşünebilir: “Tamam, bütün tıbbi veriler benim öleceğimi gösteriyor ama bunun böyle sonuçlanmadığı durumlar da var.” O zaman niçin ötenazi?
Şimdi siz hastaya büyük bir olasılıkla öleceğini söylediniz. Hasta da size, “Ben büyük bir olasılıkla ölüp ölmeyeceğimi sormuyorum doktor bey, bana kesin olarak öleceğimi söyleyebilir misiniz, onu soruyorum” derse, siz de, “%99 öleceksiniz” diyorsunuz. O zaman hasta “Peki %1 ne olacak” diye sorabilir. Buna verilecek bir cevabınız var mı?

Yani ötenazi deyince arka planda birtakım sorunlar var. Bunlardan en önemlisi daha önce de dediğim gibi ölümün tanımı sorunu. Ölümün ne olduğu konusunda açık-seçik bir tanımın olması ve bu tanım üzerinde hekimler ile teologların bir konsensusunun olması lazım. Bu anlamda ölümün, konsensus gereği gerçekleşmesi düşünülen ölümün zorunlu bir biçimde gerçekleşeceği konusunda da bir tanımın olması lazım. Alınmayın bana ama ben hekim arkadaşlarıma bazen takılırım, siz bilim diyorsunuz ama tıp bilim falan değildir, istatistik biliminin bir alt kümesidir diye… (gülüşmeler) Tabii bunlar şaka…

Doç. Dr. Akif Tan: Ama bu tür saptamaları duymak da oldukça faydalı. İyi ki bunları duyuyoruz bir anlamda. Çünkü biz bunları konuşurken, tartışırken, bilimin normlarıyla gidiyoruz, ama arada bir böyle sarsılmak da lazım.

Hilmi Yavuz: Bir şey daha tartışmak lazım, şimdi artık tıp bilimi mi ilerliyor teorik anlamda yoksa teknoloji mi ilerliyor bunu da konuşmak gerekiyor. Tıp konusunda artık yeni kuramlar ortaya atılmıyor. Teknolojiler konuşulmaya başlandı şimdi ve bir sürü şeyi de ayrıca yeniden sorgulamamızı gerektiriyor. Demin ötenazi konusunda söylediğimiz şeye de bağlanabilir. Mucize aslında  teknolojidir. Yani mucize sadece Hz. İsa’nın ya da bizim Peygamberimizin mucizesi değildir. Bugünün “mucizesi” daha seküler bir mucizedir. Hangi anlamda daha seküler, yani teknolojinin getirdiği bir mucize.

Gün geçmiyor ki yeni bir takım teknolojik bulgular hayata geçiriliyor olmasın. Ben zaman zaman göz alanındaki gelişmeleri takip ediyorum ve bu alanda çok ciddi gelişmeler oluyor. Mesela çipler takılıyor, retinadaki sorunları tabii tamamiyle çözmese de en aza indirecek şekilde çözümler bulunmaya çalışılıyor, ben de büyük bir umutla takip ediyorum.
Tıp alanında böylesine büyük neredeyse devrim sayılabilecek gelişmeler varken, insanların insana özgü olan o iyimserliğini ve umudunu ortadan kaldıramazsınız. Dolayısıyla bu ötenazi meselesini kapatmadan bunu söylemek istedim.

Diğer meseleye gelince, aslında bu benim dünya görüşümle ilgili bir mesele, doğa yasalarının zorunlu olduğu konusundaki argümanların, çok temellendirilmediğini düşünmüşümdür. Gazali’den David Huym’a kadar uzanan bir felsefi gelenek var ve kendimi bu felsefi geleneğe daha yakın hissediyorum, o da doğa yasalarının zorunlu değil zorunsuz olduğudur. Yani öyle olabilir de olmayabilir de olasılığı. Aslında dünyayı Kastamonu Belediye Başkanının lojiği idare ediyor. O hikayeyi biliyorsunuzdur. Kastamonu’da ulusal bir park varmış. Bu ulusal parkta da zaman zaman birtakım yaban hayvanları görünüyor. Onun üzerine belediye başkanı kapıya bir levha koydurmuş: “Dikkat ayı çıkabülür!” diye. Belediye meclisinde bu konu konuşulurken, (orası ulusal park ilan edildiği için turistler de geliyor) belediye meclisinin muhalif üyeleri başkanı eleştermişler, siz böyle yazdınız ama turistler korkup gelmeyebilir, diye. Belediye başkanı, ha öyle mi tamam olur değiştiririz demiş. Ertesi gün şöyle bir tabelaya tanık olunmuş: “Dikkat! Ayı çıkabülür de çıkmayabülür de.”

Yani %100 olur dediğimiz şeylerin konvansiyon olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla doğada da böyle kendine göre bir konvensiyon var. O konvensiyon gereği mesela Halley kuyruklu yıldızının 58 yıl 4 gün 3 saat sonra İstanbul semalarında görülebileceği gibi şey var. Bu görünüyor. Bugüne kadar göründü. Bundan sonra görüneceğine dair elimizde eski tabirle bir hüccet var mı? Şunu söyleyebilirsiniz, bugüne kadar bütün astronomik gözlemler ve veriler bize Halley kuyruklu yıldızının şu kadar yıl sonra İstanbul semalarında göründüğünü gösteriyor. Peki bundan sonra da 58 yıl 4 gün 3 saat sonra görünecek mi? Görünebülür de, görünmeyebülür de… Şimdi görünmesi olasılığı yüksek.

Ama hasta örneğinde olduğu gibi %99’a değil %1’e bakalım. Aslında hekimliği böyle bir felsefe üzerinden yeniden okumak gerekir. Biz sizi %100 iyileştiririz diyemiyorsunuz, çünkü o zaman sanki tıbbın böyle bir kesinliği varmış gibi görülür. Dolayısıyla herkes tıbba çok güvenir. Oysa alternatif bir tıp var. İşte o %1’lik durum alternatif tıbbı meşrulaştırıyor. Tıbbın ne kertede bilim olduğunu kamuya anlatmak gerekir. Tıp olasılıklar üzerine inşa edilmiş olan bir sağaltmalar bütünüdür. Hastalıkların sonuna loji eki koyarak onları bilime dönüştüremezsiniz. Bu lojileri atın bir kere.

Doç. Dr. Akif Tan: Bir süre İngiltere’de yaşamış biri olarak, Batı ve Doğu tıbbı arasında uygulama ve anlayış açısından ciddi farklar gördünüz mü?

Hilmi Yavuz: Bunu başıma gelen bir örneği anlatarak ifade edebilirim belki. İngiltere’de iken gözümün altında giderek büyüyen bir kitle oluştu. Ve büyümeye devam etti. İlk akla gelen melenomdu. mahalle hekimine gittim. Biliyorsunuz orada önce mahalle hekimlerine gidiyorsunuz, eğer rahatsızlığınız mahalle hekiminin uzmanlık alanına girmiyorsa o sizi başka bir uzmana yönlendiriyor. Bana da öyle oldu. Mahalle hekimi beni bir uzmana sevk etti. Uzmana gittim. Gözüme baktıktan sonra doktor bana, nerelisiniz diye sordu. Tabii bu soruyu yadırgadım biraz. Şaşırdım, nereli olduğumun hastalığımla ne ilgisi var diye düşündüm. Neyse, Türküm dedim. Doktor, peki dedi. Bana bir hafta sonra gelmemi söyledi. Bazı uzman arkadaşlarının fikrini de almak istediğini ekledi.

Bir hafta sonra gittim. Bana bakan uzman ile birlikte iki tane de sivil var. Sivil olanlardan biri bana, “Daha önce geldiğinizde Türk olduğunuzu söylemişsiniz. Ailenizin soyağacını biliyor musunuz?” diye sordu. “Biz Doğuluyuz,” dedim.  Bunun üzerine, “Magrep, Kuzey Afrika ile bir bağlantınız var mı?” diye sordu. Hayır, dedim. Sonra, “Ben Londra Üniversitesi’nde Antropoloji profesörüyüm. Hastalıklarla toplum ilişkisi üzerine çalışıyorum. Sizin hastalığınız da genel olarak Tunus’ta görülürdü. Uzun bir süredir de görülmüyordu. Bir Türk’de görüldüğünü duyunca ilgilendik,” diye açıklamada bulundu. Sonra bana biyopsi yapıldı, sonuçta melenom olmadığı anlaşıldı.
Buradan şuna geleceğim, bizim hekimlerimiz genellikle kendilerini uzmanlık alanlarında kompetan sayıyorlar. Başka dallara çok ihtiyaç duymuyorlar. Türkiye’de böyle bir örnek ile karşılaşmadım. Ama belki şunu örnek verebilirim. 1970’lerden beri yazları Bodrum’dayım, Orada gittiğim bir hekim vardı. Dr. Alim Bey. O dönemlerde kapısında kuyruklar olurdu Alim Bey’in. O öldü, yöreye uzman hekimler geldi ama onlar sinek avlıyorlar. Çünkü Alim Bey o yörenin hastalıklarını biliyor, çevreyi biliyor, aile hastalıklarını biliyor. Bu önemli bir unsur. Bu yüzden hekimler arası geniş bir konsensus olması gerekir. Ama hekimler kendilerini Tanrı yerine koyduklarından bunu pek dikkate almıyorlar.

Doç. Dr. Akif Tan: Son olarak Hilmi Bey, siz çok yönlü bir insansınız, ama edebi yönünüzle her zaman bir adım daha önde oldunuz. Şiirleriniz çok beğenildi, çok konuşuldu, belki tartışıldı. O yüzden edebiyatla ilgili bir soru sormadan geçemeyeceğim. Montesquieu, “Bir saatlik okumanın hafifletemeyeceği bir acıyla karşılaşmadım” demiş, sizce de edebiyat gerçekten bir ağrı kesiciye bu kadar ciddi rakip olabilir mi?

Hilmi Yavuz: Rölan Bart’ın metinler üzerinde bir ayrımı vardır. Bir okumalık metinler bir de yazmalık metinler vardır: Okumalık metin, okunduğu zaman insana haz veren, sıkıntılarını gideren, rahatlatıcı metinlerdir. Diğeri ise tam tersine okuyanı tedirgin eder, der. Ben de bu ayrıma katılıyorum. Platon dil için, “Dil bir farmakomdur; ya iyileştirir ya öldürür,” der. Dili böyle düşünmek gerekir. Bütün metinler analjezik değildir. Örneğin, bir “Suç ve Ceza”yı okurken tedirgin olmamak, sıkıntı duymamak mümkün mü? Bırakın acınızı unutmayı, onu okurken başka ağrılarınız da olabilir.

* Mart-2007 tarihli SD Dergi 2’nci sayıda yayımlanmıştır.