Mültecilerin hukuki durumlarını düzenleyen 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve buna bağlı 1967 yılında imzalanan Ek Protokole göre, kendi ülkesinde işkence görme yolunda haklı nedene dayanan bir korkusu bulunan ya da silahlı çatışma, şiddet olayları nedeniyle hayatı tehlikede olan, bu yüzden de bir başka ülkeden mülteci statüsü isteyen kişiler sığınmacı olarak kabul edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa ülkelerinden başvuru yapanlarla sınırlı olmak üzere 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve 1967 tarihli Ek Protokolü’nü onaylamıştır. 1994 yılında kabul edilen Yönetmelikle de sadece Avrupalı sığınmacıları kapsayan “zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesini” Avrupalı olmayan sığınmacıları da kapsayacak şekilde genişletmiştir.

11 Aralık 1994 tarihinde başlayan ve 110 bin sivilin ölümünden sonra 1996 yılında AGİT’in arabuluculuğunda yapılan barış anlaşması ile sona eren birinci Rus – Çeçen savaşının yaraları sarılmadan, 1999 yılı Ekim ayında Rusya Federasyonu Çeçenistan’a karşı yeni bir işgal hareketine girişmiş ve sayıları yüz binlerle ifade edilen Çeçen sivil evlerini terk ederek mülteci konumuna düşmüştür. Bu gün Çeçenistan’a komşu İnguşetya Cumhuriyeti’nde, Gürcistan Cumhuriyeti’nde, Azerbaycan Cumhuriyeti’nde ve diğer cumhuriyetlerde dağınık olarak 100 bin civarında Çeçen mülteci çok güç şartlarda yaşama mücadelesi vermektedir.

İlk savaşın başladığı 1994 yılından bu yana aradan geçen 12 yılı aşan zaman dilimi içinde 42 bini çocuk olmak üzere 250 bin sivilin hayatını kaybetmiş olması, 27 bini çocuk olmak üzere 185 bin sivilin yaralanması, 7 bin sivilin sakat, 11 bin çocuğun yetim kalmış olması, on binlerce kişinin toplama kamplarında işkence, yargısız infaz ve insanlık dışı muamelelere tabi tutulması, olayın vahametini ortaya koymaktadır.

Mültecilerden ülkemize sığınan yaklaşık 2 bin kişi (bu sayı devamlı olarak artıp azalabilmektedir) 10 yılı aşkın bir süredir ağırlıklı olarak İstanbul’da oluşturulan üç adet kampta, evlerde ve çevre illerde barınmakta, bu insanların tüm ihtiyaçları, belediyeler, hayırsever kişiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından karşılanmaya çalışılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve iç hukukumuza göre, Avrupalı olan Çeçen sığınmacılara mülteci statüsü verilmesi gerektiği halde, bu kişilerin “Azerbaycan, Gürcistan gibi Rusya Federasyonu’na sınır ülkeler üzerinden Türkiye’ye geldikleri, Çeçen sığınmacılara öncelikle bu ülkelerin mülteci statüsü vermesi gerektiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu ülkelerin yükümlülüklerini üstlenmek zorunda olmadığı” gerekçesiyle bugüne kadar mülteci statüsü verilmediği gibi iltica taleplerine de olumlu yanıt verilmemiştir. Bu gerekçenin hukuki değil siyasal bir tercihe dayandığı ve uluslararası hukuka göre temelinin bulunmadığı açıktır.

Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar Çeçen sığınmacılara mülteci statüsü vermemekle birlikte Cenevre Sözleşmelerinin diğer bir hükmü olan, “Zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesine” riayet etmemiş ve sığınmacıları isteği dışında Rusya Federasyonu’na göndermemiştir. Buna karşılık Rusya Federasyonu’nun baskıları sonucu Türkiye’de kalmasının sakıncalı olduğu ya da oturma izninin bulunmadığı gerekçesiyle birçok sığınmacı aylarca Yabancılar Şubesi misafirhanesinde tutulduktan sonra Rusya Federasyonu dışındaki üçüncü ülkelere sınır dışı edilmekten kurtulamamıştır.

Türkiye’nin coğrafi sınırlaması nedeniyle Ortadoğu ve Asya ülkelerinden gelen sığınmacılara Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Uluslararası Göç Örgütü gibi kuruluşlar sahip çıkıp kendi ülkesine ya da üçüncü ülkelere gidişine destek olduğu halde Avrupalı sayılan ve coğrafi sınırlama kapsamına girmeyen Çeçen sığınmacılara yardım görevinin Türk Hükümetine ait bir yükümlülük olduğu gerekçesi ile bu destek de verilmemektedir. Türkiye’ye turist olarak gelip vize süresini geçirmiş kişi konumuna düşen Çeçen sığınmacılara Kafkas Çeçen Dayanışma Derneği’nin girişimleriyle İçişleri Bakanlığı tarafından geçici ikamet izinleri verilmektedir. Bu sayede sığınmacıların önemli bir kısmı kaçak yabancı konumundan kurtulmakla birlikte, çalışma izni olmayan bu kişilerin barınma, iaşe, eğitim, sağlık gibi temel sorunlarını kendilerinin çözmesi mümkün olamamaktadır.

Sığınmacıların çözüm bekleyen en önemli sorunlarından bir tanesi sağlık sorunudur. Türk İç Hukukunda sığınmacı ve mültecilerin durumunu düzenleyen “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar İle Topluva Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”in 19. Maddesinde Mülteci ve sığınmacıların sağlık muayeneleri düzenlenmektedir. Düzenlemede mülteci ve sığınmacıların periyodik sağlık muayeneleri yapılıp bulaşıcı hastalıklara karşı Valiliklerce tedbir alınacağı, ağır hastalığa yakalananların ve tıbbi müdahaleyi gerektirenlerin devlete ait hastanelerde tedavilerinin ücretsiz yapılacağı düzenlenirken, organ nakli, protez, ortez, hemodiyaliz veya uzun süreli tedaviyi gerektiren kronik hastalıkların tedavi ücretlerinin ise bu kişilerin kendileri tarafından karşılanacağı kabul edilmiştir. Fakat Çeçen sığınmacılar için böyle bir hizmet verilmesi söz konusu değildir. Zira onlara mülteci veya sığınmacı statüsü tanınmamıştır. Peki, on yıldır Türkiye’de yaşayan bu insanların sağlık sorunları nasıl çözülmekte, tedavi ihtiyaçları nasıl karşılanmaktadır?

Yukarıda belirtilen yasal düzenlemenin dışında kalan Çeçen sığınmacıların genel sağlık sorunlarının yanında savaşta organ kaybına uğramış, ağır yaralanmış kişilerin tedavileri ciddi bir maliyet ortaya çıkarmaktadır. İlk yıllarda İl Sağlık Müdürlüğü yetkililerinin desteğiyle Türk cumhuriyetleri ve akraba topluluklardan gelen sığınmacıların ikamet işlemeleri süresince devlete ait sağlık tesislerinden ücretsiz yararlandırılmalarına dair bir genelge kapsamında Çeçen sığınmacılar ücretsiz sağlık yardımı alırken daha sonra bu uygulama kaldırılmış ve tamamen korunaksız bir duruma düşmüşlerdir. Bu boşluk büyük oranda sığınmacılara ücretsiz veya maliyetine tedavi imkânı sağlayan özel hastaneler ve sivil toplum kuruluşları tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. 2003 yılı Mayıs ayında Devlet Bakanlığı’nın talebi ile Kızılay’ın sağlık kuruluşlarından ücretsiz hizmet alınmaya başlanmış fakat 2003 yılı sonunda mali imkânların elvermediği gerekçesi ile bu uygulamaya da Kızılay tarafından son verilmiştir.

Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu’nun 1. Maddesine göre, “Bu Kanunun amacı; fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlar ile gerektiğinde her ne suretle olursa olsun Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım etmek, sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmektir.” Görüldüğü üzere kanun her ne surette Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım edilmesini emretmektedir. Yine aynı kanun ile Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının kuruluşu düzenlenmiştir. Mülki amirlerin başkanı olduğu bu vakıflara aktarılan kaynaklardan, sağlık güvencesi olmayan resmi veya gayrı resmi olarak Türkiye’de bulunan sığınmacıların da yararlanma hakkı vardır.

Özel Hastaneler Yönetmeliği’nin “Fakir ve muhtaç hastaların tedavisi” başlıklı 56. Maddesinde; “Özel hastanelerde, en az bir yatak olmak kaydıyla, yatakların yüzde 3’ü fakir ve muhtaç hastaların tedavisi için ayrılır ve bu sayı ruhsatlarında gösterilir. Ücretsiz tedavi için ayrılan bu yataklarda, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu Başkanlığı’nca öngörülen kriterlere uygun fakir ve muhtaç kişilerden, hastanenin bulunduğu yerdeki en büyük mülki amir veya müdürlük tarafından sevk edilen hastalar ile acil olarak müracaat eden ve başka bir kuruma nakli tıbben mümkün olmayan fakir ve muhtaç hastaların tedavileri ücretsiz olarak yapılır.” denilmektedir.

Hükmü, sığınmacı ve mültecilerin tedavileri için kullanılabilecek bir imkân olduğu halde, ilçe bazında faaliyet gösteren Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarına tahsis edilen kaynakların sınırlı olması, bürokratik işlemler, dil bilmeme, ikamet izninin olmaması gibi nedenlerle bu yasal düzenlemeden de pek fazla yararlanılamamaktadır.

Zaman zaman sivil toplum kuruluşları ve gönüllü doktorlar tarafından özellikle kamplarda yapılan sağlık taramalarında teşhis konulan hastalıkların birçoğu tedavi kapsamına alınamadığından emekler de büyük oranda boşa gitmektedir.

Sonuç olarak; Asya – Avrupa arasında en önemli geçiş yolu olan ve çevresinde savaşlar, çatışmalar eksik olmayan Türkiye’ye yönelik sığınmacı ve mülteci akınının artarak devam edeceği açıktır. Bu gerçek göz önüne alınarak öncelikle günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen mevzuat yenilenmeli, daha sonra da devletin ve sivil toplum kuruluşlarının sahip olduğu imkânlar planlı ve koordineli bir şekilde sığınmacı ve mültecilerin hizmetine sunulmalıdır. Sağlıksız insanların ister yerli isterse de yabancı olsun toplumun tümü için tehlike oluşturduğu unutulmamalıdır.

Mart-Nisan-Mayıs 2010 tarihli SD Dergi 14. sayıdan alıntılanmıştır.