2007 yılının ilk 2 ayı içinde 3 hafta boyunca TBMM genel kurulu sağlıkla ilgili yoğun tartışmalara sahne oldu. Bu tartışmalar ve engellemeler sonucunda 15.2.2007 tarihinde kabul edilen “5581 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” kamuoyunda “torba kanun” olarak ünlendi.
Bu kanunun, meclis genel kurulu safhasından sonrasına ilişkin neler olacağını tam olarak bilemesek de, tahmin edebiliyoruz. Zira demokrasinin mabedi diye vasıflandırılan Millet Meclisi’nin üstünde başka güçlerinin olmadığını iddia etme saflığında bulunmaya hakkımızın olmadığını biliyorum. Nitekim bu yazı yayımlanmadan Sayın Cumhurbaşkanı’nın veto haberi basına yansımış oldu.
Kanun, sağlık sistemimizi etkileyecek birçok hususta değişiklikler yapmaktadır; bu yüzden de torba kanun adını hak ediyor doğrusu. Hekimler için zorunlu meslek sigortası öngörmekte, yıllardır Arap saçına dönen tıpta uzmanlık eğitimi mevzuatının hazırlanabilmesi için bir kapı aralamakta, Uzmanlık Üst Kurulu oluşturmakta, Sağlık Bakanlığı eğitim hastanelerinde eğitim kadrolarının atanmalarına ilişkin bir çerçeve oluşturarak alt mevzuat hazırlama yetkisi vermektedir. Devlet hizmeti yükümlülerinin aile hekimi olarak çalıştıkları sürenin yükümlülükten sayılması, Sağlık Şurasına danışma kurulları ve ihtisas komisyonlarının oluşturulması, askeri hastane başhekimlerine serbest çalışma yasağının kaldırılması, sözleşmeli personelin yer değiştirmesine fırsat verilmesi gibi uygulamaya yönelik değişiklikler öngörmektedir. Ayrıca anestezi teknisyenlerinin yetki tanımlaması, radyoloji teknisyenleri ve radyoloji uzmanlarının mesai saatlerinin düzenlenmesi gibi konularda üzerinde tartışılabilecek hükümler içermektedir.
Ne var ki, değinmek istediğim husus bunlar değil, kamuoyunun gündemini daha çok işgal eden “ithal hekim” konusudur. Kabul edilen kanun 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 1’inci maddesindeki “ve Türk bulunmak” ibaresi madde metninden çıkarılmış ve 4’üncü maddesinin birinci cümlesindeki “izinli Türk hekimlerinin” ibaresi “mezun hekimlerin” olarak değiştirilmiştir. Böylece söz konusu kanunun 1’inci maddesi, “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için Türkiye Darülfünunu Tıp Fakültesinden diploma sahibi olmak şarttır” şeklini almıştır.
Yapılan bu değişiklik, maddedeki “Türk olmak” ibaresini kaldırarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan bir hekimin Türkiye’de meslek icra etmesinin önündeki engellerden en önemlisini ortadan kaldırmaktadır. Manzaranın bu köşesine bakarak Azerbaycan ve Afrika ülkeleri gibi yerlerden hekim ithal edileceği ve 100–150 dolar maaşla hekim çalıştırılacağı gibi senaryolar yazılmaya başlanmıştır. Hatta eğer aynı zamanda başarılı bir rol sergilemiyorlarsa senaristler bile buna inanmaya başlamıştır. Bütün bu senaryoları özetleyen bir kavram da türetilmiş oldu: İthal hekim.
Doğru veya yanlış, yapılan bir düzenlemeye karşı çıkabilmek için, hekimleri aşağılayan bir üslupla ticari mal çağrışımı içinde “ithal hekim” kavramına sığınanlara saygı duyabilmek elimde değil. Bu tavrı, hekimlerin aşağılandığı iddiasına taraftar bulmak için başvurulan ve hekimleri aşağılayan bir tarz ve yaklaşım olarak görüyorum. Bu yüzden hekim ithaline de hekim ithalini bir strateji olarak algılayan anlayışa da, yapılan düzenlemelere karşı çıkmak adına hekimi mal ile özdeşleştirip “ithal hekim” kavramına sığınanlara da karşı koymayı bir hekimlik sorumluluğu olarak kabul ediyorum. “Hekim ithaline” de “ithal hekime” de şiddetle karşı çıkıyorum.
Yapılan kanuni düzenlemelere şu veya bu şekilde karşı olabilirsiniz. Tepki gösterir yanlışlarını gerekçeleri ile ortaya koyarsınız. Bu amaçla kamuoyu oluşturmak için medya kanallarını kullanırsınız; bunlar normal şeyler. Ancak dezenformasyonu bir yöntem olarak kabul ederseniz, ister kamu kuruluşu olun ister sivil toplum kuruluşu, saygıyı hak etmezsiniz.
Öncelikle bu konuyu biraz anlamaya çalışalım:
1) 1219 sayılı kanun 1’inci maddesi, yapılan değişiklikle “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve herhangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için Türkiye Darülfünunu Tıp Fakültesinden diploma sahibi olmak şarttır” şeklini aldığına göre, artık TC vatandaşı olmayan doktorların Türkiye’de meslek icra etmeleri yasak değildir.
2) Aynı maddedeki Türkiye tıp fakültelerinden mezun olma şartı korunmaktadır.
3) Kanunun 4’üncü (değişik: 7/6/1935 – 2764/1 md.) maddesi, yurtdışında eğitim görenlerin diplomalarının Türkiye’de geçerli olması için Üniversite ve Sağlık Bakanlığı’nın dâhil olduğu komisyonlarca nasıl yol izleneceğini tanımlamakta ve eşdeğer eğitim gördüğünün kabul ve tasdik edilmesini şart koşmaktadır.
4) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununu, devlet memuru olabilmek için TC vatandaşı olmayı gerekli kılmaktadır. Bu da, bütün yukarıdaki şartlar gerçekleşse dahi, TC vatandaşı olmayan doktorların kamu sektöründe memur olarak görev alamayacağı anlamına gelmektedir.
Konuyu yakından takip edenler hatırlayacaktır; yukarıda sözü edilen kanun tasarı halinde TBMM Sağlık, Aile ve Sosyal İşler Komisyonu’nda görüşülürken, Türk Tabipler Birliği adına söz alan Prof. İskender Sayek, kendince güdülen amaçları tanımlayıp tasarının hemen her maddesine karşı çıkma başarısını gösterdikten sonra, önemli bir konuya işaret etti. Amaca ulaşmak için bu değişikliğin yeterli olmadığını, 1219 sayılı kanunun “Türkiye Tıp Fakültelerinden mezun olma” şartını koruyan hükümlerinde de değişiklik yapmak gerektiğini ifade etti. Aksi takdirde bu değişikliğin sonucunda Türkiye’ye dışarıdan hekim gelmeyeceği uyarısında bulundu. Bu yüzden hem yanlış, hem de yetersiz bir kanun değişikliği yapıldığını savundu.
Bence Sayın Sayek yanlış bir amaçtan bahsediyor ama doğru bir tespit yapıyordu. Eğer amaç “hekim ithali” ise bu kanun değişikliği böyle bir amaca hizmet etmeyecektir. Bu değişikliğin ne işe yarayacağı, ne kadar gerekli olduğu, birçok önemli konu arasındaki önceliği sorgulanabilir. Ben burada Sayın Sayek’in doğru bulduğum tespitleri ışığında, kanunun getireceği sonuçlara değinmek istiyorum.
1) Yurtdışına eğitim için gitmiş ve çeşitli nedenlerle TC vatandaşlığından çıkarak o ülke vatandaşlığına geçmiş doktorların tekrar yurda dönmesi, yani sınırlı bir tersine beyin göçü sağlanabilir.
2) Türkiye’de tıp fakültelerinden mezun olmuş veya Türkiye’de ihtisas yapmış olan Türkî Cumhuriyetler, İran, Irak, Filistin, Kıbrıs ve Batı Trakya başta olmak üzere çeşitli ülke vatandaşları olan doktorların eğitimlerinin tamamlanmasından sonra Türkiye’de kalmaları kolaylaşacaktır ki bu doktorların çoğu Türk soyludur.
3) Bu şekilde Türkiye’de eğitim görmüş ve ülkesine dönmeyerek yasa dışı bir şekilde özel poliklinik veya hastanelerde nöbet tutarak hayatını kazanmaya çalışan doktorların yasal çerçeve içine alınmasını sağlayacaktır.
4) Turizm kentlerine düzenli turlar yapan turizm şirketleri, denkliği YÖK tarafından kabul edilmiş yabancı doktorların mevsimlik olarak Türkiye’ye gelmelerini ve turizm mevsiminde sağlık hizmeti vermelerini sağlayabilir.
5) Yabancı sermaye sahiplerinin Türkiye’de pahalı sağlık yatırımları yapmaları halinde, yurtiçinden ve daha çok yurtdışından paralı hastaları çekebilmek için buralarda “ünlü” yabancı doktorları çalıştırmalarına fırsat verebilir. Özellikle Arap ülkelerinden Amerika’ya akan sağlık turizminin 11 Eylül sonrası durduğu dikkate alınırsa, bu turizm kaynağından yararlanmak isteyen sermaye sahipleri için tıbbi düzeyi Avrupa ile ölçüşebilen Türkiye’nin uygun bir vasat olduğu inkâr edilemez.
6) Şu anda paralı azınlığa hizmet etmekte olan sınırlı sayıdaki büyük özel hastanelerimizin aynı amaçla “ünlü” isimleri doktor listelerinde göstermelerine fırsat tanımış olacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı veto gerekçesinde şu görüşlere yer veriliyor: “Konuya ilişkin tüm yazılı kurallar göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde, yabancı doktorların kamu kurum ve kuruluşlarında çalıştırılamayacağı, yalnızca özel sağlık kuruluşları ile özel muayenehanelerde çalışabilecekleri; bir jüri tarafından yapılacak değerlendirmelerden geçmeleri, kimi koşulları taşımaları, diploma denkliklerinin kabul edilmesi gerektiği gibi, zorlayıcı koşullar bulunduğu sonucuna varılsa da, tüm bunlar, yabancı uyruklu doktorlara Türkiye’de doktorluk yapma olanağı sağlandığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Türk doktorları, toplumun sağlık sorunlarını ve sosyal sorunları bilerek, hizmet isterlerine uygun biçimde yetiştirilmektedirler. Bir doktorun, toplumsal gerçekleri ve koşulları bilmeden sağlık alanında hizmet vermesi, nitelikli hizmet üretilmesi yönünden sakıncalıdır. Yabancı doktorların dil sorunları da, bu olumsuzluğu artırıcı bir öğe olarak değerlendirilmektedir.
Öte yandan, ülkemizde, doktor sayısının yetersizliğinden çok dengeli ve adil olmayan bir dağılım ve sağlık alanında altyapı eksikliği sorunu bulunmaktadır. Ayrıca, ülkemizin kimi yöresel koşulları, çalışma koşulları ve ekonomik koşullar göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’ye nitelikli yabancı doktor gelmeyeceği de bir gerçektir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı doktorların henüz istihdam sorunu çözülmemişken, yabancı uyruklu doktorların Türkiye’de çalışmasını olanaklı kılmanın yerinde olmayacağı değerlendirilmektedir.”
Bu veto gerekçesi de, bu değişikliğin bir yabancı doktor ithaline yol açmayacağını itiraf emektedir. Bu görüşlerin satır aralarında, durumun farkındayım ama yine de karşıyım mesajı verilmeye çalışıldığı izlenimi alıyorum. Bunun yanında “Bir doktorun, toplumsal gerçekleri ve koşulları bilmeden sağlık alanında hizmet vermesi, nitelikli hizmet üretilmesi yönünden sakıncalıdır” ifadesi gözüme çarpıyor. Bu şartlar gerekiyorsa, zaten bu şartları taşımayan hekimin nasıl çalışma ortamı bulabileceği sorgulanabilir. Ancak bu şartları taşımayan doktorların nitelikli hizmet vermesi gerçekten sorgulanabiliyorsa, başta 7. ve 8. Cumhurbaşkanlarımız olmak üzere birçok “Türk büyüğümüzün” niye yabancı doktorlara ameliyat olduklarını da sorgulamamız gerekmez mi?
Kanunun bazı maddelerinin Mecliste, tekrar geri gönderilmesini takiben hızlı bir şekilde TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’nda görüşüldüğü haberi geldi. Gazetelere yansıdığı kadarıyla Komisyon Başkanı Prof. Dr. Cevdet Erdöl’ün açıklaması şöyle: “Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadeleri çok etkileyiciydi, onun için ’ikna olduk’ diyelim. O kadar güzel gerekçe yazmış ki ben de katıldım. Komisyon üyelerinin yetkisinde olan bir şey. Bir kanun maddesini yeniden görüşmek… Nasıl ki Sayın Cumhurbaşkanı yeniden geri gönderiyor bir maddeyi, biz de bunu kabul edip ya da reddetme hakkına sahibiz. Bizim arkadaşlarımız da Sayın Cumhurbaşkanımızın görüşlerine saygı duyarak madde metninden çıkartılmasını uygun gördüler. Bu, hukuki bir süreçtir, bunun fazla tartışılacak bir tarafı yok.”
Ben bu ifadeleri ironik buluyor ve hükümet ve meclisin kararlılığında ısrarcı olduğunu görüyorum.
Açıkçası konuyu meclis gündemine taşıyan ve ısrarını sürdüren hükümetin, yukarıdaki sözünü ettiğim amaçlarından hangisini öncelediğini bilemiyorum. Özellikle başta hemşireler olmak üzere sağlık personeli göçü konusu küresel sağlık problemleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu göçün fakir ülkelerden varlıklı ülkelere doğru bir yön taşıması kaçınılmazdır. Şikâyetçi olanlar, sağlık personelinin kendilerine göç ettiği ülkeler değil, kendilerinden olan göç nedeniyle zaten yoksul olan halkına hizmet edecek sağlık personeli bulamayanlardır. Bir meslek grubunun sayısal yetersizliği, bireysel çıkar bazında mensuplarını memnun etse de, eğitilmiş sağlık personelinin kendilerine göç etmesinden şikâyetçi olan ülke yoktur. Doktor fazlalığı nedeniyle başka ülkelere doktor göndermek isteyen Küba dışında başka bir ülke olduğunu da bilmiyorum.
Kanunda yapılan değişikliğin yukarıda sözünü ettiğim sağlık insan göçünü fazla teşvik edeceği kanısında değilim. Bence birileri haklı; sadece amacın bu olmadığını anlamak istemiyorlar. Ne yapalım, senaristler ve oyuncular görevlerini yapmak zorunda.
Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.
* Mart-2007 tarihli SD Dergi 2’nci sayıda yayımlanmıştır.