Nüfusu planlasak da mı yaşasak, planlamasak da mı yaşasak?
Dünyada kendi egemenliği altındaki insanların sayısını ve bu sayısal topluluğun özelliklerini değiştirmeye, belirlemeye ve planlamaya yönelik politikalar geliştirmeyen devletler (gelişmiş-gelişmekte olan devletler olsun fark etmez) ender rastlanır ve hatta yok diyebiliriz. Devletler topluma müdahalelerini hükümet planları, yasalar veya sosyal politikalar marifetiyle yerine getirmektedirler. Bu yasalar veya politikalar kimileyin ekonomik ve kimileyin de siyasal/ideolojik çerçeveye sahip olsa da günümüzde çok bileşenli bir yapı arz etmektedir. Bu çalışmada ülke demografik yapısını etkileyen faktörler ve sosyolojik olarak üreme politikaları açısından doğum, sezaryen ve kürtaj konusu irdelenmeye çalışılacaktır.
Nüfusa ilişkin algı ve politikalar
Tarihsel olarak ülkelerin nüfuslarıyla övünmeleri hiç de az rastlanılır bir davranış olmamıştır. Ülke yöneticilerinin söylemleri de hep bu yönde ideolojik ve politik içeriklere sahip olagelmiştir. Günümüzde de bu şekilde bir seyir izlemektedir: “Yaşlı Avrupa, Büyük Çin, Genç Türkiye” sıfatları da nüfus yapısına dair bu tür göndermelerle karakterize olmaktadır. Esasında nüfusun yapısı işlevsel olarak emek piyasasının devamlılığı ve etkinliğini belirlemektedir. Ülkelerin göçmen politikaları da emek piyasasına yönelik bu bakış açısıyla belirlenmektedir. Nitelikli ve yenilikçi olabilecek ve uzun süre hizmet görebilecek işgücünün kabulü öne çıkmaktadır. İnternette yapılabilecek kısa bir taramayla ülkelerin göçmen kabul kriterlerinden kolaylıkla bu sonuç çıkartılabilmektedir.
Nüfus politikaları temel olarak ülke üzerindeki nüfusu kontrol altında tutmakla ilgilidir. Bu kontrol çeşitli enstrümanlarla; sayısal stabilizasyon sağlama veya artışa yön vermek şeklinde cereyan edebilmektedir. Kuşkusuz bu şekilde olması ülkelerin tarihsel olarak içinde bulundukları durum, yer aldıkları konum ve yayılma politikalarına göre değişiklikler gösterebilmektedir. Doğumların artışı, topyekün ölümlerin artışı, göç ve benzer diğer olaylar sonucunda belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların sayısı ve dağılım karakteristikleri de değişebilmektedir.
Geçmiş dönemlerde nüfus hareketlerindeki değişimlerin ülkelerin gündeminde yer almasının başlıca nedenleri savunma ve beslenme sorunu ile ilgiliydi. Beslenme sorununun göreli olarak ikinci planda olduğu durumlarda ülke nüfusunun fazla olmasının avantajlı olarak görülmesi de söz konusu idi. Benzer şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde bu durum ifadesini “nüfusun büyüklüğü = ulusun güçlülüğü” eşitliğinde bulmakta ve ülke politikası bu algı ekseninde şekillenmekteydi(Gürsoy, 1996).
Nüfus sorunu, sadece bugüne de ait değildir. Eski çağlardan 20.yy başlarına kadar sürekli ulusal bir nitelik taşımaktadır ve ülkeler farklı görüşlere sahip olmuştur. Nüfus konusunda birbirine zıt görüşte olan uygarlıklardan biri olan nüfus fazlalığından endişe duyarken, diğeri ise nüfusun askeri alanda yararını düşünerek büyük bir nüfustan yana olabilmektedir. Nüfus çokluğunun ülke sorunlarını çözmede avantajlı olduğu düşünülmek ve genel olarak da savaş, nüfusun genelini etkileyen hastalıklar, tarımda makineleşmenin olmayışı ve üretimsel sanayi faaliyetlerinin olmaması gibi faktörler ülkelerin nüfusa dair yaklaşımlarını ve politikalarını tayin etmesinde rol oynamaktaydı. Bunun yanında ülkelerin nüfusa bakışı her zaman aynı olmamıştır. Gelişmekte olan ülkelerde bu konu daha çok önlem ve müdahale gerektirmişse de gelişmiş ülkeler daha az müdahaleyi gerekli görmüştür.
Türkiye’de 1950’lerin sonuna kadar nüfusu arttırmaya yönelik bir politika izlenmiştir. Bu nedenle süreç içinde gebeliği önleyici yöntemlerin üretilmesini, ithalini, uygulamasını ve gebeliğin isteyerek düşükle sonlandırılmasını suç olarak kabul eden yasal düzenlemelere gidilmiş olup; çok sayıda çocuk sahibi olmayı doğrudan ya da dolaylı olarak özendiren ücretsiz doğumevlerinin kurulması, yasal evlenme yaşının düşürülmesi, altı çocuk sahibi olan kadınlara madalya verilmesi gibi uygulamalar desteklenmiştir(Gürsoy, 1996). Örneğin, yine o yıllarda ceza kanununda çocuk düşürtmenin suç olduğu belirtilmiş, 1936 yılında ise bu davranış “ırkın devamı ve sağlığını tehdit” suçu olarak tanımlanmıştır. Sanayileşmenin olmaması nüfusun artışını öngörmekteydi. Böylece mevcut nüfusu beslenmesini sağlayacak üretimde kullanılacak işgücü teminine imkân bulunmuş olacaktı(Çakmak, 2007).
Nüfus artışı, planlama ve beslenme
Beslenme sorunu neredeyse dünyanın tamamını etkilemektedir. Dünyanın geri kalmış ülkelerinde(çoğunlukla Afrika Kıtası) yüksek nüfusun açlığı, gelişmekte olan ülkelerde nüfusun yetersiz beslenmesi ve gelişmiş ülkeler ise dengeli beslenme sorunu ile mücadele etmeye çalışılmaktadır. Hindistan ve Çin gibi büyük nüfusa sahip ülkelerde beslenme halen büyük bir sorun olarak görülmektedir. Yetersiz ve dengeli beslenme ile ilgili benzer sorunlar ülkemizde de ele alınmaktadır. Son dönemde Sağlık Bakanlığı’nın dengeli beslenme adına obeziteyle mücadele planı başlatmasının temelinde dengeli beslenmeyi teşvik etmek bulunmaktadır.
Son 50 yılda dünyada yaşanan hızlı değişimler, sanayide yaşanan büyük gelişmeler, teknolojik yeniliklerin inanılmaz artışı ve tarımsal üretimde büyük artışların sağlanabilmesi dünyanın bir kısmında beslenme sorunuyla baş etmede önemli gelişmeler kaydedilmesini sağlamıştır. Ancak küresel ölçekte yaşanan gelir dağılımı ve gelişme adaletsizliğinin mevcudiyeti, tarımsal ve sanayi üretimde inanılmaz gelişmelerin olmasına rağmen dünyanın önemli bir kısmını etkileyen açlık sorunu çözülememektedir.
Siyasal, ekonomik ve sosyal değişmeler dünyanın tümünü etkilemekte ve yaşam alanında oldukça hızlı sonuç alınmasına yol açmaktadır. Buna mukabil, gelişmelerin oldukça hızlı olduğu bu dönemde ülkelerin nüfus politikalarını, hedefteki bireylerin sadece rasyonel tercihleriyle belirlenemeyen doğurma kararına ilişkin tutumlarına dayalı olarak hayata geçirmesi ve sonuçlarını görmesi de oldukça uzun zaman almaktadır. Çünkü geçmişte olduğu gibi günümüzde de doğum ile ilgili kararlar yalnızca bireylerce değil gelenekler, değer-inanç sistemleri, yasalar ve sosyal çevre tarafından belirlenmektedir. Burada çoklu nedensellik ilişkisinden söz edilebilir ki günümüzde nüfusa ilişkin plancı yaklaşım yerini istendik davranışı özendiren teşvik modellerine bırakacaktır.
Genel olarak ülkelerin nüfus politikalarını doğru bir şekilde tayin etmesi önem arz etmektedir Bu bağlamda ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde hedeflerin belirlenmesi ve uygulanmasını öngören nüfus politikası her zaman ve her ülke için kolay olmamaktadır. Halen uygulamada varlık gösteren nüfus politikaları üçe ayırabiliriz(Doğan,2011):
A) Nüfusun artış hızını azaltmak için nüfus politikası (Nüfusu oldukça yüksek olan ülkeler ).
B) Nüfusu artırmak için nüfus politikası (Avrupa ülkeleri)
C) Nüfusun nitelik ve niceliğini iyileştirmek için nüfus politikası (Özellikle gelişmekte olan ülkelerin uyguladığı nüfus politikaları).
Türkiye, her ne kadar 1960’lı yıllardan günümüze kadar kalkınma planlarında nüfus artış hızını düşürmeye yönelik politikaları öngörse de üçüncü kategoriye giren bir ülke olarak değerlendirilebilir. Son yıllarda nüfusun niteliğini iyileştirmek yolundaki adımların oldukça fazla olduğu görülmektedir. Beslenme konusu da bu çerçevede ele alındığında dengeli beslenme yolundaki adımlar nüfusun niteliğini iyileştirmek olarak değerlendirilebilir. Eğitim ve öğretim kuruluşlarının sayısındaki belirgin artış, nüfusun niteliklerinin iyileştirilmesinde diğer bir önemli faktör olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin nüfus yapısının gelişmiş ülkelerin nüfus yapısına benzemeye başladığını söylenebilir. Nüfusun yaş yapısında da önemli değişimler olmakta çalışma çağına gelen kişi sayısı ve yaşlı nüfusu sayısı sürekli olarak artmaya meyletmektedir.
Çiftlerin doğum ve diğer kararlarını etkileyecek faktörlerin kendilerinin ve ülkenin sosyo-ekonomik genel yapısıyla ilgili olduğu; kürtaj, sezaryen ve normal doğum kararlarının da bu çerçevede ele alınması gerekmektedir.
Nüfus planlaması, doğum ve kürtaj
Post-modern devlet anlayışında toplumların geleceğe taşınması, nüfusun o sürede varlığının süreklilik arz etmesi gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Ulus devlet veya bilindiği manada devlet anlayışında ise, devleti oluşturan vatandaşların çoğalma davranışının rasyonel temelde sürdürülebilirliğinin planlanması bulunmaktadır. Böylece devlet, oluşturduğu meşruiyet algısı ve çerçevesi içerisinde gebeliğin sonuçlandırılması çeşitlerinden, nüfusun sayısından ve gebeliğin sonlandırılması gibi bütün süreçlere müdahale yetkisi ile donanımlı hale gelmektedir. Esasen bu anlayış sosyal ve siyasal hayatın bir gerekliliği olarak da düşünülmelidir. Dolayısıyla devletin rolünün nerede biteceği konusunda kültürel ve siyasal anlayış da en az müdahale anlayışı kadar tartışılması gereken bir durum arz etmektedir.
Hamilelik ve bilindiği şekliyle doğum olayının kendisi normal bir süreçtir yani tıbbi bir süreç değildir. Ancak hekim müdahalesini gerektirdiği andan itibaren veyahut da sezaryen olarak anılan tıbbi cerrahi müdahale ile gerçekleştirildiğinde medikal bir süreç olarak adlandırılması ve hukuki düzenlemelere gidilmesi tabiidir.
Normal doğum süreci her ne kadar medikal bir süreç olmasa da geri kalmış ülkeler hariç olmak üzere, dünyada son yirmi yılda neredeyse herkes hayata gözlerini hastanelerde veya sağlık kuruluşlarında açmaktadır. Anne gebeliğinin en başından itibaren bir doktor veya ebe eşliğinde gebelik sürecini tamamlamaya doğru yol almaktadır. Kan değerleri, fetüsün gelişimi gibi bütün süreçler bir sağlıkçı tarafından takip edilmektedir. Dolayısıyla, tabiatı itibarıyla medikal olmayan normal doğum süreci,medikalize olmuş durumdadır.
Nüfus planlamasında bir teşvik modeli olarak normal doğumlar devletin ana gündemini oluşturmalıdır. Devletin normal doğum sürecini özendirmesi emek piyasasına uzun vadede yeterli sayıda emek arzını sağlaması açısından da önem ifade etmektedir. Sadece sezaryenleri kontrol altına almak bir çözüm yolu olarak uzun vadede etkili olmayabilir. Gerek çalışan anneler, gerekse de ev hanımı olan annelerin normal doğuma teşvik edilmesi gündeme gelmelidir. Bu teşvikler sadece ekonomik değil aynı zamanda sağlık kuruluşuna doğum için gittiğinde konforu ve rahatlığı içeren teşvikler de olmalıdır. Böylelikle, kurallarla normal doğuma zorlamak yerine teşviklerle normal doğuma özendirme safhasına geçiş yapılabilir.
Yapılan bir araştırmada, araştırma kapsamındaki 497 sezaryen olgusundan %71’inin tıbbi nedenler ve %28,1’nin de kişisel nedenlerle sezaryen doğumu tercih ettiği belirtilmektedir. Aynı araştırmada tıbbi nedenler arasında en yaygını %16 ile eski sezaryen, kişisel nedenlerle sezaryen olan kişiler arasında da en yaygın %62 ile ağrı korkusu gelmektedir(Karakuş, 2007). Araştırma bulguları normal doğum yerine sezaryen tercihi hakkında açık bir takım fikirler sunmaktadır.
Devletlerin nüfus politikalarını belirlerken günümüz şartlarında uzun vadeli bir etki faktörü olarak sezaryen doğumları da dikkate alması gerekmektedir. Çünkü sağlıklı ve doğurgan yaştaki kadın profili üzerinden yapılacak bir nüfus tahmini ve sezaryen ile doğum yapmış kadın profili üzerinden yapılan tahmin farklı olacaktır. Zira sezaryen doğum sosyoekonomik ve kişi sağlığına doğrudan etkide bulunmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde kadınlar arasında sezaryen doğum halen bir statü göstergesi olarak ele alınabilmektedir. Doğum türü olarak sezaryenler gerekmedikçe tercih edilmemesi gereken bir doğuma yardımcı müdahale türüdür. Ancak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2010 verilerine göre her yıl dünyadaki sezaryen doğumların 3,2 milyonu geri kalmış düşük ekonomik seviyeye sahip ülkelerde (toplam doğumların %60’ı buralarda olmaktadır) gerçekleşmekte, 6,2 milyon sezaryen gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde (toplam doğumlar %40’ı da buralarda olmaktadır) görülmektedir. Neredeyse sezaryen doğumların yarısının gereksiz olduğukaydedilmektedir. Örneğin Çin’de bu oran %47 olmaktadır. Türkiye’de ise gereksiz sezaryen oranının % 21 olduğu belirtilmektedir.
Sezaryen doğumların bir diğer niyetlenmemiş(çoğunlukla) sonucu ise belirli bir sayıda doğumdan sonra yaşamsal tehlike nedeniyle doğum kontrol yöntemi haline gelmesidir. Ekonomik olarak daha maliyetli olması ve normal doğuma göre daha fazla komplikasyon ile sonuçlanan doğum türü olarak sezaryen doğumların tıbbi gereklilikler de dahil olmak üzere ülke genelinde bir kontrolünün sağlanması gerekmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda çalışmalar yürüttüğü görülmektedir.
Devletin vatandaşlarına karşı doğum metodunu dayatma yöntemi yerine, tercihini belirleme yönünde vatandaşlara etkide bulunması daha doğru bir yol olarak önümüzde durmaktadır. Sezaryen mi normal doğum mu tartışmasında kişilerin kararlarını etkileme bir metot olarak karşımızda ise, “teşvikler tercihleri belirler” yaklaşımı öne çıkmalıdır. Örneğin çalışan annelerden normal doğum yoluyla dünyaya çocuk getirenlere 6 ila 12 ay arası ücretli izin hakkı tanınabilir. Ayrıca, ev hanımı olan annelere de normal doğum gerçekleştirmesi durumunda aylıklar halinde “bebek bakım desteği” verilmesi gündeme gelebilir. Kamu maliyesine getireceği yük başka harcamalardan yapılacak tasarruf ile finanse edilebilir.
Yapılan çalışmalarda dünyada gebeliklerin yarısının ve doğumla biten gebeliklerin dörtte birinin istenmeyen gebelik olduğu belirtilmektedir. Araştırmalar gelişmiş ülkelerde istenmeyen gebeliklerin büyük bir kısmının kürtajla sonuçlandığını, gelişmekte olan ülkelerde ise istenmeyen gebeliklerin doğumla bitme yüzdesinin fazla olduğunu göstermektedir.
Devletlerin bu tabloyu akışına bırakması pek mümkün gözükmemektedir. Her ülke kendi sosyal ve kültürel dokusuna uygun olarak bir takım yasal düzenlemeler öngörmektedir. İngiltere’de 1967 yılında kürtaj ile ilgili bir yasa çıkarılmış olup yasada tıbbi ve sosyal gereklilikler kürtaja gerekçe olarak sunulmaktadır. Süre sınırı ise daha sonra yapılan değişiklikler konulmuştur. Hindistan’da da 1971 yılında benzer niteliklere sahip kanun oluşturulduğu anlaşılmaktadır. (Wikipedia, 2012) Aynı şekilde, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1996 yılında çıkarılan kanunla kürtaj yasal çerçeveye oturtulmuş ve şartlarının belirlendiği anlaşılmaktadır(http://www.info.gov.za/acts/1996/a92-96.pdf). Her üç ülkenin kanunu kürtaja ilişkin olarak sağlıkçılar nezaretinde gerçekleştirilmesi ve süre sınırı ortak paydasında buluşmaktadırlar.
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile 1982 yılında aile planlaması anayasal düzeyde devletin görevleri arasında yer aldı. Buna göre; “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” denmektedir. Böylece devletin aile planlaması konusunda üçüncü paydaş olduğu tescillenmiştir. Akabinde 1983 yılındaki 2827 sayılı yasa ile kürtaj yasal çerçeveye kavuşturulmuştur. Yasadaki bir takım ifadeler dikkat çekicidir: “Nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları demektir… Devlet, nüfus planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Nüfus planlaması gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanır.”
Kanun maddesinde nüfus planlamasına ilişkin olarak iki tür yaklaşım mevcuttur. Birincisi kişilerin iradesinin özgür bırakılması yaklaşımı, ikincisi gebeliği önleyici tedbirler yaklaşımı. Kanun, nüfus planlamasına ilişkin bakış açısından birbirini yadsıyan yönlere sahiptir. Ancak son yıllarda nüfus politikasındaki değişim önceki bölümde belirtildiği üzere nüfusun niteliğini iyileştirme yönünde olmaktadır. Bu yönüyle yasada geçen ifadelerin bir kez daha ele alınmasında fayda olduğu düşünülmektedir.
Türkiye’de de kürtaj kanun ile düzenlenmiş olup diğer örnek verilen ülkeler gibi süre ve sağlıkçı müdahalesi şartını öngörmüştür. Diğer örnek verilen ülkelerin kanunlarında da benzer vurgu söz konusu olup süre sınırı değişmektedir. Türkiye’de 2827 sayılı kanunla gebe kadının isteğine göre belirli bir süre (10 hafta) içinde kürtaj yaptırma hakkına yer verilmiştir. Kanunlardaki bu yaklaşımlara paralel olarak kürtaj farklı bakış açılarından bir hak olarak görülmektedir. Birincisi embriyonun yaşama hakkı, diğeri kadının kendi bedeni üzerindeki hakkı. Örnek verilen Güney Afrika Cumhuriyeti kanunu ise ayrıca bir vurguda bulunarak kürtajın bir doğum kontrol yöntemi olmadığını belirterek hak boyutuna farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır.
2006 yılında Sakarya’da yapılan bir çalışmaya katılan kadınların %25’i kürtajı onayladığını belirtirken %52’si günah olduğunu belirtmekte ve %15,9’u da cinayet olduğunu ifade etmektedir(Şahin, Cevahir, Sözeri, 2006). Dolayısıyla kanunla düzenlenen hususların sadece belirli bir bakış açısıyla değil kompleks sosyal-kültürel bir bakış açısını da taşıması gerekmektedir. Araştırma sonuçları da bu bakış açısıyla konunun irdelenmesi gerektiğini göstermektedir.
Yukarıda yer verilen araştırma ve diğer çalışmalarda da belirtildiği üzere kürtaj konusu sosyoekonomik, siyasal ve inanç alanının iç içe geçmiş olduğu bir konu olarak değerlendirilmektedir. Konu ile ilgili kararlar alınırken referans noktaları doğru olarak etüt edilmeli ve tayin edilmelidir.
Ülkemizde ve gelişmiş diğer bütün ülkelerde sunulan sağlık hizmetindeki kompleks yapıyı düzenleyen detaylı mevzuat bulunmaktadır. Medikalize olan bütün süreçlerde yasal çerçeve bulunması mutlak bir zorunluluk gibi addedilmekte ve sadece insanların kendi kararına bırakılmamaktadır. Örneğin ötenazi insanın kendi bedeni üzerinde bir tasarrufu gibi öngörülse dahi tıbbi alanı düzenleyen yasalar ve tıp etiği buna cevaz vermemektedir. Dolayısıyla tıbbi alana dahil olmuş bütün işlemlerde yasal bir çerçeve beklemek veya yasal bir çerçeve bulunması oldukça makul bir zorunluluktur. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, devletin yasal olarak bu alanı düzenleme zorunluluğunun olmasıdır.
Sonuç ve öneriler
Güçlü devletler nüfusun çokluğuyla değil yetişmiş insan gücünün fazlalığıyla müreffeh bir seviyeye gelmişlerdir. Devletlerin ve de ülkemizin gündeminde nüfusun yetkin ve nitelikli hale getirilmesi temel amaç olarak yer almalıdır. Nüfus planlaması anlayışı yerine mevcut nüfusun değerlendirilmesi önem kazanmaktadır. Nüfus planlaması teşviklerle özendirilerek gerçekleştirilmelidir. Doğmamış bebekler üzerinden değil mevcut nüfus üzerinden yapılacak teşvik-kontrol modelleriyle istenen nüfusa ulaşmak mümkün olabilecektir.
Teşvik ve kontrol modeli esas alınarak doğurganlık yaşındaki kadınların tutumlarını şekillendirmek yasalarla düzenlenecek nüfus planlaması yaklaşımından daha etkili olabilecektir. Bir teşvik yolu olarak, çalışan annelere normal doğum yolu ile çocuk doğurmaları halinde ücretli olarak 6 ile 12 ay arasında ücretli izin hakkı verilmesi. Ev hanımı olan annelere ise normal doğum yolu ile çocuk doğurmaları halinde “bebek bakım desteği” verilmesi.
Doğum süreci artık normal olarak nitelendirilemeyecek kadar kompleks bir yapıya dahil olmuştur. Bu yapı, sağlık ve dolayısıyla hastane sistemidir. Normal yol ile doğum, tıbbi kurallar ile yönetilen medikal bir prosedür haline gelmiştir. Devletin normal doğumu özendirmesi gerekmektedir. Sezaryen ile doğumun yapılması çeşitli kurallarla zorlaştırılarak azaltılamaz veya etkili bir şekilde azaltılamaz. Normal doğumun da örneğin daha az ağrılı geçmesi sağlanarak sezaryene olan teveccüh azaltılabilir. Sezaryen ile doğumun ekonomik baskısı böylelikle azaltılabilir.
1983 yılında çıkarılan nüfus planlaması hakkında kanun bugünün şartlarında yeniden yorumlanmalıdır. Nüfus planlaması anlayışı sadece beş yıllık planlar içinde yer almayıp sosyal gündelik hayatın içerisinde kamuoyu gündemine girmelidir. Devletin vatandaşlardan beklentileri vatandaşın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ele alınmalıdır.
Kürtaj konusunda çok sayıda düşünce bulunmaktadır. Embriyo hakkı-kadının hakkı ikilemi ötesinde birçok bakış açısı ve moral ve diğer ahlaki değerler dikkate alınarak mevcut yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir. Gerekirse, araştırmalar(saha araştırmaları dahil) yapılarak toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görecek düzenlemelere gidilmelidir.
Türkiye’de planlı dönem itibarıyla nüfus konusunda da planlı döneme geçilmesine karşın politikaların tam olarak uygulanabilmesi mümkün olamamıştır. Önümüzdeki yıllarda karşılaşılacak nüfus ile ilgili sorunların şimdiden öngörülüp önlemler alınması ve buna uygun politikaların üretilmesi gerekmektedir.
Nüfus politikaları ülke için en uygun nüfus büyüklüğü, bütün ekonomik ve sosyal faktörler dikkate alınarak nüfus başına en yüksek verimin alınabileceği miktardır. Dolayısıyla, planlar hazırlanırken, ekonomik, sosyal ve diğer bütün faktörler dikkate alınarak beklentiler belirlenmelidir. Böylece, planlar daha reel sonuçlar doğuracaktır.
Sonuç olarak, çalışmada nüfus planlaması, normal doğum, sezaryen ve kürtaj konusunun genel olarak panoraması çizilme çalışıldı. Her bir konu başlı başına politik, ideolojik ve moral değerlerin bir arada ele alınarak değerlendirilmesini öngörmektedir. Tekçi bir bakış açısıyla, konunun irdelenmesi kazananı olmayan bir tartışmayı beraberinde getirecektir.
Kaynaklar
Bayat, Duygu (2010), Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Sorunu Ve Türkiye Örneği, Marmara Üniversitesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Çakmak, Fevzi(2007), Atatürk Döneminde Türkiye’ nin Nüfus Politikası. Dokuz Eylül Üniversitesi (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir.
Doğan, Mesut(2011), Türkiye’de Uygulanan Nüfus Politikalarına Genel Bakış, Marmara Coğrafya Dergisi.
Gürsoy, Akile (1996), Abortion İn Turkey A MAtter of State, Afmily or İndividual Decision. Social Science and Medicine. Vol:42.
Karakuş, Aslı ( 2007), Sezaryen ve Normal Doğum Yapan Kadınların Doğum Yöntemlerine Karşı Olan Davranış ve Tutumlarının Belirlenmesi İstanbul Üniversitesi (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Komut, Sultan (2009), A Dıscourse Analysıs Of The Abortıon Debate In Turkey And The Unıted States, Kadir Has Üniversitesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Köksal, Leyla (2008), Türkiye’de Nüfus Politikaları Kapsamında Gerçekleştirilen Bilgilendirme-Eğitim-İletişim (Bei) Kampanyalarının Halkla İlişkiler Açısından Analizi, Marmara Üniversitesi, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul.
Şahin S, Cevahir R, Sözeri C (2006). Sakarya Doğum ve Çocuk Bakımevi Hastanesi’ne İsteğe Bağlı Kürtaj İçin Başvuran Kadınların Değerlendirilmesi. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi.
Toksöz, Ayşegül (2011) The Regulatıon Of Abortıon In Contemporary Turkey: Laws, Polıcıes, Dıscourses(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul. http://www.info.gov.za/acts/1996/a92-96.pdf (Erişim tarihi: 07.8.2012)
Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.
Eylül-Ekim-Kasım 2012 tarihli Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 24. sayı, s: 24-27’den alıntılanmıştır.