Ayrıntı hatırlamayan, okuduğu, edindiği bilgileri kendi dağarcığına katarak sentezleyen bir yapım vardır. Özel olarak çalıştığım konular dışında ya da biteviye önüme gelen kimi meseleler dışında, “doğal bir amnezi”yle malülümdür, bir bakıma… Örneğin yazacağım bir makale, yapacağım bir araştırma için okuduğum eserleri, kaynakları bir süre sonra kayıttan silerim. Bir gün onlara tekrar ihtiyaç duyarsam ilk güne geri dönmem, sil baştan yapmam gerekir. Aklımda kalan, kendime mal ettiğim o araştırma sonucu ya da süreci olur.
Bu eğilim sadece mesleki konularla sınırlı değildir, gündelik hayatımda da sistemim benzer bir şekilde çalışır.
Belki şöyle söylemem gerekir: “Hafıza benim için hatırlamaya değil unutmaya yarar…”
Ve ben durumdan genel olarak hoşnutumdur…
Ama geçenlerde bir istisna hissettim…
Hafızamın duyduğum, öğrendiğim tıbbi her bilgiyi, inanılmaz bir şekilde, üstelik ayrıntılandırarak kaydettiğini fark ettim, bir süre önce… Ve ayrıntılar arasında bana rağmen ilişkiler kurduğunu…
Önce doğal olarak tıbba olan bu ilgimin ve babamın doktor olmasından kaynakladığını düşündüm. Nitekim nöbetçi olduğu sıcak taşra gecelerinde zar zor izin kopararak, onunla hastaneye gitmem, orada burada peşinden koşturmam, büyük bahçedeki bir klübeye benzer odada yapılan otopsileri gizlice seyretmeye kalkmam, çocukluğumun kuvvetli resimleri arasında yer alır.
Sonra hastalıklarım hakkında bilgilenme talebimin keskinliği aklıma geldi…
Öyle ya, dünya ve toplum meseleleri hakkında bilgileniyor, bilgilendiriyor, bol ahkam kesiyorsanız; içinizde, bedeninizde ne olduğunu merak etmek en tabii iş, bilmek en tabii hak olmaz mı?
Malum orta yaşla tanışınca, dün sıradan sandığınız ve başa çıktığınız küçük sorunlarınız, ciddi sorunlar haline dönüşmeye başlıyor. Dahası hiç bilmediğiniz, beklemediğiniz sıhhi sorunlarla karşılaşıyorsunuz.
Ben de bu yaş kuşağındayım. Ciddi bir hastalık geçirdim. Üstelik bir dizi kronik hastalığım da var, KOAH’tan başlayan, sinüs işlev yetersizliğine, ilerlemiş boyun ve bel fıtığına kadar uzanan…
Böyle olunca ilgi de doğal gelir, merak da…
Ama etrafımda hastalıklarla ilgili konuşulanları dinlerken “bilgi kırıntıları”mın beni şaşırtacak kadar çok olduğunu görünce, hatta internette şu ya da bu nedenle sörf yaparken kendimi kimi tıbbi dosyaları okurken yakalayınca, bunun genel bir ilgiden farklı, bir “takıntı” olduğunu kavradım…
Açıkçası bu konuda hafıza sisteminin bana ihanet ettiğini gördüm…
Zaman zaman üzerine düşündüğüm bir durumdur bu…
İlk bakışta bilmemde hiç fayda olmayan, üstelik yüzeysel, yarım yamalak fikir edinmek ötesinde oturaklı bir şekilde bilgilenemem, tam olarak anlamam mümkün olmayan bu konular beni neden bu kadar çekiyor?
Merak mı?
Elbette…
Belki dahası var…
Yıllarca bir sosyal bilimci olarak sadece kültür yönüyle anlamaya çalıştığım bireyi, tüm yönleriyle biyolojisi, genetiği, kimyasıyla bütüncül bir insan olarak görme arayışımla ilgili bir durum belki de bu. Belki beden ve doğa, bu parçalı insanı bir bütün olarak hissetmek için beni kendisine çekiyor…
Ya da epistemolojik çelişkiler mi cazip olan?
Tıp, müthiş işler başarıyor. Teknoloji vasıtasıyla araştırma, teşhis ve tedavi yöntemlerinde her geçen gün devrimlere devrim katıyor. Ama aynı tıp belli bir insan tasavvuruna, bedenle ilgili bütüncül bir felsefe ya da felsefi bir varsayıma sahip olmayan bildiğim tek bilim alanı.
Özellikle bedenin, bağışıklık sisteminin ürettiği hastalıklarda nedenlerden çok sonuçların bilindiği ve önemsendiği, sonuçları ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerin revaçta olduğu bir alan. Ama ne gariptir bu parçalı yaklaşım insan bütüncülüğünü ortaya koyuyor ve gücünü oradan alıyor…
Tüm bilinmezliklere ve belirsizliklere rağmen bedenin, insanın en ayrıntılı, en hassas, en küçük noktalarına inen, keşif üzerinde ilerlerken keşfeden bir bilim dalı… Ama hala virüs ve bakteriler bir yana, hastalık nedenlerini “tekerrür fikri”yle, yani hala istatistiklerle, korelasyonlarla açıklayan bir dal…
Benim için cazibesi bu mu tıbbın?
Belki de…
Öğrencilik yıllarımda insan bilimleri temel olarak insanı kuşatan psişik dünya ile sosyolojik dünya arasındaki bağı keşfetmeye yönelmişti, bu iki dünyanın iç içe girdiği bir bütünlük peşindeydi bilim. Örneğin varoluşçuluk, yapısalcılık bu arayışın yolları olarak inşa edilmişlerdi. Sıkça sosyal dünya psişik yapımızla anlatılırdı, psişik yapımız ise sıkça sosyoloji ve politikayla… 1970’li yılların İtalyan gerçekçi filmleri, örneğin Viviane Cavanni’nin Gece Bekçisi, İngmar Bergman’ın şahaserleri, edebiyattaki 70’lerin sorunsalı, hep bu arayıştan etkilenmişti. Bugün organik bir hastalık olduğu konusunda hekimlerin fikir birliği içinde bulundukları şizofreninin kültürel ve çevre faktörlerine bağlı bir hastalık olduğunu söyleyen psikiatri akımları vardı.
Freud’un inşa ettiği, (cinsellik ana, kastrasyon, ödipal durum vs) gibi değişmeyen dekor ve aktörlerden oluşan, “bilinç altı” adı verilen her insandaki “değişmez sahne” ortalığı kasıp kavuruyor, insan bilimlerinin her yerine sızıyor, tasavvurları, epistemolojiyi kökünden etkiliyordu.
Bugün mitolojiden esinlenen terimlere dayalı tek sahneli oyundan pek uzaktayız… Sadece Deleuze’ün “her insanda farklı sahne teorisi”ni ortaya atan çalışmaları bile ne Lacan bıraktı ortada, ne de Freud…
Ve teknoloji mitolojiye üstün geldi.
Ama mitoloji ve sahne kurgusu bütüncül bir insan tasavvuruna dayanmıyor muydu?
Yıkılan şey aslında aranan şey değil miydi, ya da eksikliği hissedilen şey…
Bu mu çekiyor benim ilgimi?
Belki de manasız bir ruh haline mana üretmek için yapılan mırıldanmalar tüm bunlar…
Belki de içimde babam gibi doktor olmak hevesi mi yaşadı hep…
Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.
* Mart-2007 tarihli SD Dergi 2’nci sayıda yayımlanmıştır.