Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, elinizde tuttuğunuz 40.sayısı ile 10.yılını doldurmuş oldu. 2006 yılı Aralık ayında ilk sayınını yayımlayan SD’nin yeni sayısında, dergiye emek veren isimlerden birkaçı ile SD’nin serüvenini konuştuk. SD’nin Genel Yayın Yönetmenliğini fahri olarak 10 yıldır üstlenen Prof. Dr. Sabahattin Aydın ile Yayın Kurulu Üyelerinden Prof. Dr. Fahri Ovalı ve Yrd. Doç. Dr. Mahmut Tokaç’a, 8,5 yılına Yayın Koordinatörü olarak tanık olduğum SD’nin dününü, bugününü ve yarınını sordum.
İzniniz olursa öncelikle 2000’li yılların başına, hatta öncesine gitmek; SD’ye hayat veren atmosferi sizlerden biraz dinlemek istiyorum. Öncelikle şunu sormak isterim: Buradaki 3 hocamız birbirleri ile nereden tanışıyorlar, yolları nerede kesişti?
Sabahattin Aydın (SA): Bu soruya ben cevap vereyim. Arkadaşlar olarak bizlerin yollarının kesişmesi SD ile bağlantılı değil. Üçümüz de aynı yıl üniversiteden mezunuz. Fahri Bey ile biz ortaokul ve lise yıllarından beraberiz. Mahmut Bey ile fakültelerimiz ayrı olsa bile üniversite yıllarından arkadaşız.
Mezuniyet hangi seneler?
SA: 1985. Dolayısıyla bu birlikteliğimizi SD ile doğrudan ilişkilendirmek mümkün değil ama birlikteliğin SD’nin doğuşundaki kaynaklardan biri olduğunu söyleyebiliriz.
Fahri Ovalı (FO): Yol arkadaşlığı çok eski.
Mahmut Tokaç (MT): İlginç bir şey daha var. SD’nin şu anki yayın kuruluna da baksanız çoğunun eksenli yılların mezunu olduğunu görürsünüz.
SA: Büyük bir tecrübenin ardından bir araya gelinmiş. Tabi bunu söyleyince aramızdaki genç ve daha yaşlıların haklarını da yemeyelim. SD’ye zemin hazırlayan ortam, sadece mikro planda bizler ya da bizleri bir araya getiren Medipol Sağlık Grubu da değil. Aslında SD’ye zemin oluşturan konjonktürel bir ortam var. Bu ortam hem yerel, hem de küresel anlamda var. Küresel anlamda ele alırsak tüm dünyada 1980’lerde başlayan ve 2000’li yıllarda hızlanan bir sağlığın sektörleşmesi olgusu var. Bir açıdan bakıldığında neoliberal politikalara bağlanma vs. gibi durumlar var ama 1940’lardan beri aslında temeli atılan farklı konjonktür ve siyasal ağırlıklara göre şekil değiştiren bir sağlığın sektörleşmesi durumu devam ediyor. Bu durum 2000 sonrası dünya genelinde çok daha görünür hale gelmiş durumda. Türkiye’ye bakacak olursak 2003 öncesinde sağlıkta çok ciddi gelişmeler yaşandı ancak özellikle 2003 sonrası yapılan sağlık politikalarının doğrudan vatandaşa temas etmesi Türkiye’de sağlık deyince; sadece hastanın doktora gitmesi, tedavi edilmesi ve teşhis edilmesi anlayışının yerine sağlığın bir anlamda çok geniş bir kavramda anlaşılır olmasının dönemi başladı. Sağlık beslenmeydi, sağlık aktiviteydi, sağlık spordu, sağlık barınmaydı, sağlık ulaşımdı, sağlık ekonomiydi. Dolayısıyla tüm bunları düşündüğümüzde çok geniş bir sağlık perspektifi başladı. Sağlığın; kamu politikalarının içinde rastgele bir politika değil siyasetin geleceğini etkileyebilecek kadar güçlü bir politika olduğu, halkı yönlendirmede ve şu ya da bu yana sevk etmede çok önemli bir araç olduğu fark edildi. Öyle ki sadece ulusal değil uluslararası ilişkilerde de sağlığın soft power olarak tabir edilen yumuşak güç olarak bir argüman olduğu keşfedildi. Dolayısıyla hem küresel, hem de ulusal anlamda 2000’li yıllarda bir arayış, bir düşünme platformu ihtiyacı vardı. Bu alanda uçuk ya da kopuk fikirleriyle çok fazla hayat tecrübesi olan insan vardı. Ama bunun formüle edilmesi ve sistematik bir düşünce platformu haline dönüştürülmesinin ihtiyaç olduğu bir zamandan bahsediyoruz. Bu anlamda SD’nin ortaya çıktığı böyle bir konjonktürel ortamı da göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.
FO: Bu perspektife ben de bir şey ilave edeyim. 2000’lerin başında Türkiye’de siyasal bir farklılaşma oldu. Yeni bir siyasi iktidar ortaya çıktı. Ve bu siyasal iktidarın yaptığı en önemli reformlardan biri de sağlık alanındaydı. Tabi bu, toplumun tüm kesimlerinde bir deprem ve şaşkınlık etkisi oluşturdu.
SA: Ama bir o kadar da memnuniyet.
FO: Tabi ki. Hem müspet hem de menfi anlamda çok fazla tartışma çıktı. Dolayısıyla sağlık alanında sözlerini ve düşüncelerini kamuoyuna ve bilhassa politika yapıcılara ifade etmek ihtiyacı hisseden insanlar oldu. Bu ihtiyaçların ortaya konduğu ve açıklandığı bir zemin, bir medya ve de bir ortam gerekti ki herkes sesini duyurabilsin. Yoksa Hükümete veya Sağlık Bakanına herkes mektup yazıp da derdini anlatacak değildi. Dolayısıyla bu talepler o kadar fazlalaştı ve kendi içimizde bile bunları o kadar tartışır hale geldik ki bunların bir şekilde ortaya konması; hem politika yapıcılara yol göstermesi, hem de belli bir noktadan sonra tarihe not düşmek açısından böyle bir medya organı oluşturma ihtiyacı ortaya çıktı. Aksi takdirde fikirler herkesin kendi kafasında veya çok dar kapsamlı meclislerde dile getirilen düşünceler olarak kalacaktı. SD böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere çıktı.
SD Dergisi fikri ilk ne zaman ortaya çıktı? Fikir kimden çıktı?
SA: Tam hatırlamıyorum ama 2006 öncesi bir tarih idi. Koşuyolu Medipol Hastanesi’nde bir hasta odasında şu anda üniversitemiz Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. Fahrettin Koca tarafından birkaç arkadaşla birlikte akşam yemeğine davet edildik. O yemekte ilk defa bir dergi çıkarma talebi ya da ihtiyacı konuşuldu ama bu fikir ilk defa Fahrettin Bey’den geldi. Oradaki davetli 4-5 arkadaşın hemen hemen hepsi kendi hayatında bir şekilde dergicilik yapmış insanlardı.
Onlar kimlerdi Hocam? Sayabilir misiniz?
SA: Hatırladığım kadarıyla Hayrettin Kara, Mehmet Yücel, Lütfü Hanoğlu ve ben vardım. Hatırladığım isimler bunlardı. Başka birisi var mıydı şu an bilmiyorum. Her biri kendi çapında kimi sanat, kimi ise bilimsel hakemli dergiyle uğraşmış insanlardı. Herkes kendi arka planındaki düşündüğü dergi modelinden bahsederken, bu tartışmada Fahrettin Bey’in bu fikri niye ortaya attığını öğrenme noktasında bir tartışma oldu. Ve benim ilk defa duyduğum sağlık konusunda biraz önce anlatmaya çalıştığım kültür ortamında bir tıbbi, bir bilimsel araştırma yayınlama dergisi değil ama bu kültür ortamındaki ihtiyacı gidermeye ve sektörleşen bir sağlık alanındaki sorunları tartışıp çözmeye yönelik fikir üreten bir dergi. Ya da var olan fikirleri değerlendirmeye yönelik bir okul oluşturulabilir mi? Okul derken ekol anlamında söylüyorum. Ya da bir dergi böyle ekolün hamuru ya da buluşma yeri haline getirilebilir mi? Hatta bu enerji bir araya getirilip ileride bir üniversiteye dönüştürülebilir mi gibi bir konuşmaya da şahit olduğumu hatırlıyorum. Dolayısıyla bir anlamda fikir babası ve geleceğe yönelik bakış açısı olarak Fahrettin Bey’i burada zikretmek gerektiğini düşüyorum. Nitekim bugün SD’yi yayımlayan kurum yani Medipol Üniversitesi’nin kurucu vakfı, bugünkü adıyla Türkiye Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı’dır. Vakfın kurucusu da Fahrettin Koca’dır. Ben bu açıdan SD’yi Medipol Üniversitesi’nin kuruluşuna da öncülük eden bir okul, bir ekol gibi de görüyorum. Dolayısıyla 10 yıl önce böyle bir öngörü ve düşünceyle harekete geçildi. Tabi burada önemli olan iki şeydi. Biri kararlılık, ikincisi ise finansal kaynak. Fahrettin Bey finansal kaynağı taahhüt etti. Biz de kararlı olduk. Ben daha önce de bilimsel ve tıbbi anlamda bir derginin editörlüğü yapmıştım. Ve böylece sağlık alanında yayınına hiç ara vermeden çıkan, en uzun soluklu dergilerden biri olan SD’nin yönetiminde fahri olarak da olsa bulunmuş oldum. Biliyorsunuz dergideki görevim kuruluşundan itibaren fahridir.
Sonra ne yaptınız Hocam? Bahsettiğiniz akşam yemeğinin ardından SD nasıl ortaya çıktı? SD’nin doğum sürecini merak ediyorum. Ne yaptınız? Kimlerle fikir alışverişinde bulundunuz? Hikâyeye Mahmut Hocam, Fahri Hocam ve öteki isimler nerede katıldılar?
SA: Aslında bu sorunun cevabı en başta bilmeden verilmiş oldu. Tabi ki bir yola çıkarken bir insan en çok bildiği kişilerle yola çıkar. Niye? Çünkü onların kapasitesini ve birikimini biliyordur. Dolayısıyla başlangıçta belki de o yıllarda mezun olan kişilerin yayın kurulunda çok olmasının sebebi de bu olsa gerek. Bu konuda o güne kadar dirsek çürütmüş ama o güne kadar getirdiği birikimle artık kafa yoran, fikir üreten arkadaşları davet edip bir yayın kurulu oluşturduk. Tabi ki bu dönemde böyle bir arkadaş grubuna ilave olarak fikri ortaya atan ve finansörlüğünü üstlenen Medipol Sağlık Grubu’nda o gün çalışıyor olan ya da ilişkili olan ve bu konularda kafa yorduğunu düşündüğümüz arkadaşları da davet ettik. Ancak süreç içerisinde bu yayın kurulu çok katı olarak devam etmedi. Fikri olup da toplantılarımıza katılıp sonra resmi olarak yayın kuruluna aldığımız ya da iş yoğunluğuyla veya belki ulaşım sorunları nedeniyle devam edemeyip çıkmak zorunda kalan arkadaşlarımız da oldu. Yani burada aslında güzel olan şu oldu: Hiç kimse atanmadı, hiç kimse atılmadı. Yayın kurulu spontane olarak varlığını devam ettirdi.
FO: Hocam oraya belki bir şey eklemek lazım. Bu yayın kurulu oluşturulurken Topkapı Eresin Otel’de kapsamlı bir toplantı yapıldı. Hatta İstanbul dışından da insanlar davet edildi.
O toplantıya kimler katılmıştı?
SA: İsim isim sayamam ama 50 kişi falan vardı.
Tasarımına ve ismine orada mı karar verildi?
SA: Oraya bir ön şablon çalışmayla gelindi. Bu kadar büyük hacimli dergi olur mu, şeklinde eleştiriler oldu. Çok eleştirilmesine rağmen ilk gelen şablonda karar kılındı.
FO: Derginin her şeyi tartışıldı. İsmi ne olacak? Alt başlığı ne olacak? Boyutu ne olacak? Kâğıdın kalitesi ne olacak? Periyodu ne olacak? Kaç sayfa olacak? Renkli mi renksiz mi olacak? Şablonu ne olacak? Bir yayın çıkarırken akla gelebilecek ne gerekiyorsa her şey orada tartışıldı. Hiç kimse derginin şu anki haline tek başına oturup da karar vermedi. Veyahut da bir reklam ajansına “biz bu yazıları yazdık şunu bir dergi formatına çevir” gibi bir şey kesinlikle olmadı.
Tabi en önemlisi isim. İsim için ne gibi alternatifler vardı?
FO: Tıp ismi mi geçsin, sağlık ismi mi geçsin onlar tartışıldı. Bu bir tıp dergisi değil sonuçta.
SA: Tıp, sağlığın çok küçük bir cüzüdür aslında.
FO: Bu konuyu konuşmuştuk. Dolayısıyla sağlık dergisi olsun ama sağlığın nesi olsun?
Kimden çıktı isim hatırlıyor musunuz? Ortak mı oldu?
SA: Önce bir “Beyaz” ismi önerildi. Beyaz ismi Görsel Yönetmenimiz Selim Tuncer’in fikriydi. Nitekim formatı da kendisi hazırlayarak gelmişti. Ne kadar da tartışsak o format hiç değişmedi (Kahkahalar).
Selim Bey o dönemde de Medipol’ün reklamcısıydı değil mi?
SA: Tabi tabi. Biz Beyaz’ın sağlığı çağrıştırmayacağı konusunda razı olmadık. “Sağlık Düşüncesi” fikri bana aittir. Ama içeriğimizde tıp da var kültür de var denildi. Böylece bir anlamda kolektif bir şekilde derginin ismi bulundu.
FO: Orada SD’nin ebadı konusunda tartışmalar da oldu. Arkadaşların bir kısmı aktüel bir dergi formatını istiyorlardı. Ancak bir ekol olmak istiyorsak orijinal bir tasarıma sahip olalım fikri daha ağır bastı. Metroda, otobüste vakit geçirmek için değil, düşünerek okunup kütüphanede saklanacak, sayıları arşivlenecek bir dergi olması görüşü öne çıktı.
Derginin ilk sayılarının yayın kurulu toplantıları nerede yapıldı? İlk sayılarda kimler yazdı? Kimlerle röportaj yaptınız?
SA: İlk zamanlar derginin sabit bir yeri yoktu. İlk toplantılarımız Koşuyolu Medipol Hastanesi’nin bir odasında başladı. Galiba Başhekimi odasıydı. Ardından Ortaköy’de, Selim Bey’in ajansında buluştuk. Birkaç sayı orada çıktı ve mizanpaj da orada yapılıyordu. Sonra Selim Bey ajansını Koşuyolu’na taşıdı ve biraz da orada buluştuk. Senin seleflerinden Zeynep Hanım dönemindeki toplantılar daha çok hastane ağırlıklıdır. Yasemin Hanım dönemindekiler ise ajans ve Koşuyolu ek bina ağırlıklıdır. Zaten göreve başladığın 7.sayıdan itibaren her şeyin tanığısın.
Başlarda ne gibi sorunlar yaşadınız hocam? Yazı bulmak, kendinizi anlatmak-tanıtmak kolay oldu mu?
SA: Çeşit çeşit sağlık dergileri var. Bunlardan ilki hakemli dergilerdir. Bunlar yazarının çok, okuyanının az olduğu dergiler. İkincisi daha rahat, bolca daha bir ulaşılabilen, sayfalarında bolca reklam olan, ya magazinsel sağlık konularına ağırlık veren ya da sektörü ilgilendiren cihaz, toplantı vs. duyuruları ağırlık veren dergiler vardır. Bir kere SD hiçbirine benzemiyordu. İlk sayılarda bir iki örnek reklam aldık ama tatmin olmadığımız için daha sonra reklam almadık. Dolayısıyla ticari bir amaç hiç gütmeyen bir dergi olduğumuz için hem içeriğimizle, hem tasarımımızla, hem de yayın kurulumuzun deneyimleri ve çevreleri nedeniyle kısa bir sürede dikkat çekmeyi başardık. Fikir üreten, politika yapan ya da politikanın içinde olup gözlemleyen kişilerin yazı yazabileceği bir dergi olduk. Bunlar da sınırlı sayıda insanlar. Belli entelektüel düzeyde olacak, belli makamda olacak ya da en azından bu sektörün içinde olup belli kaygılar duyan insanlar olacak. Böyle bir yazar kitlesine ulaşmamız gerekiyordu. Peki, okuyucu kitlesi kim? Okuyucu kitlesi de sadece sağlık sektörünün herhangi bir yerinde paydaş olan kişi değil halkı etkileyecek sağlık politikalarında söz sahibi olan kişiler. Bugüne kadar böyle bir konsept olmadığı için bu kişilere ulaşmamız gerekiyordu. Yoksa dergiyi rafta bulup da okuması çok da beklenen bir şey değil. İşte bu yüzden derginin sadece ekonomik olarak basımı sübvanse edilmedi. Ayrıca derginin hedef kitlesi oturulup yayın kurulunda tartışıldı ve bir liste hazırlandı. Hedef kitlesi neredeyse dolaylı ya da doğrudan sağlık politikalarıyla ilişkili politikacılar, bürokratlar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve medyadan oluşan bir liste belirlendi. Bu kişiler ücretsiz olarak abone yapıldı. Dolayısıyla SD, kendi alanını oluştururken ciddi bir mücadele verdi. Biliyorsunuz kamu kurumlarında bu tür abonelikler çok fazla olur ve çoğu zaman da o hedef kişinin odasına ulaşmadan bütün gelen dergiler imha edilir. Zaman zaman da buralarda kontroller yapılıp ya da birimlere, makamlara ve bürokratlara bazen bire bir ulaşıp, “Bu yazıdan yararlandınız mı?” ya da “Bu yazıya bir eleştiriniz var mı?” diye teyitler aldık. Ya da onlara yazı yazdırılıp bir şekilde ilişkilendirilmesi noktasında özel gayretlerimiz oldu.
FO: Bu noktada ben de bir şey ekleyeyim. Yazar kadrosu veya katkıda bulunacak kadro konusunda hiçbir kısıtlama yapılmadı. Her görüşten, her ideolojiden hakarete varmayacak tarzda tamamen eleştiri sınırları içinde kalmak kaydıyla yazı gönderen herkesin yazıları kabul edildi.
SA: Burada küçük bir düzeltme yapayım. Gönderilen tüm yazılar değil, Yayın Kurulunca kabul edilen yazılar kabul edildi. Kıstasımız fikrinden çok, fikrini nasıl savunduğu oldu. Yoksa çeşitliliğin, farklı hatta sıra dışı fikirlerin bize bazen yeni ufuklar açtığı da oldu. SD’nin sayıları kıyaslandığında bazen aynı sayıda birbiriyle farklı görüşler içeren yazılar olduğu gibi kendi yazarları arasında polemiğe varan tartışmaların yaşandığı görülecektir.
İlk sayılar çıktıktan sonra ne gibi eleştiriler, olumlu-olumsuz tepkiler aldınız?
SA: Açıkçası ilk aldığımız tepkiler yazıların içeriği değil derginin hacmi, görselliği ve boyutları şeklinde oldu. İlk eleştiriler daha çok şekilseldi. İlk sayılarda içeriğine yönelik o anlamda eleştiriler almadık. Belki de bu bahsettiğimiz hedef kitlenin belirlenmesi ve o hedef kitleye ulaşma; derginin fiziksel anlamda ulaşması değil o kişilerin bu dergiyi merak edip okuması anlamında bir “ulaşmadan” bahsediyorum. Belki de hedef kitleye ilk anlarda görsel / şekilsel yönümüz ulaşmıştı. Böyle bir dergi görmüşlerdi ve içine ne kadar vakıf oldukları da şüpheliydi. Onun için eleştiriler daha çok fiziksel yönüne oldu. Ancak kısa sürede bazı olumlu gelişmeler de oldu. Dünya Sağlık Örgütü’nün Barselona Ofisi sağlık politikaları ile ilgilenir. O ofisten Arjantin kökenli bir hanım danışman, bir konuşmamda bana Türkiye’nin sağlık sistemi ile ilgili tartışırken SD’nin bazı makalelerini İngilizceye çevirerek ofiste kullandıklarından bahsetmişti. Bizim hiç tahmin etmediğimiz yerlere derginin ulaştığını, Türkiye’nin sağlık politikaları üzerinde kafa yoran uluslararası aktörlerin kaynak olarak SD’ye ulaştığını ve bazı makaleleri tercüme ederek kullandıklarını duymak beni çok mutlu etmişti.
FO: Derginin hedef kitlesine hep politika yapıcılar dedik ama derginin okunurluğunu artırmak için de bir takım gayretler gösterildi. Fotoğraflar ve görsellere dikkat edildiği gibi çok asık yüzlü bir dergi olmasın diye kültür-sanatla ilgili birtakım içerikler de eklendi. Son sayfaya rutin olarak bir karikatür kondu. Zaman zaman sağlıkla ilgili film eleştirileri ile film ve kitap tanıtımları, tıp tarihi ile ilgili ilginç bilgiler yayımlandı ve mesleğimizde duayen olmuş bazı eski hocalar tanıtıldı.
Bir heyecanla başlandı, ilk yazılarınızı yayımladınız. Peki sonra? Bir yerlerde tıkandınız mı? Tamam mı devam mı diye düşünmek durumunda kaldığınız zamanlar oldu mu?
SA: Tamam mı devam mı diye bir soru hiç aklımıza gelmedi. Başta da söyledim. Bu derginin en büyük başarısı istikrarlı bir şekilde hiç tökezlemeden hatta kendi takvimi içinde zamanında çıkıyor olmasıdır. Açıkçası hiç böyle bir tereddüt olmadı. Ancak zaman zaman acaba bir format değiştirelim mi diye de düşündüğümüz oldu. “Derginin amacına gerçekten hizmet ediyor muyuz, bu amacı gerçekleştirmek adına konsept değişikliğine mi gitmemiz lazım, farklı görüşteki yazılardan tek bir konuyu işleyen bir dergiye mi dönüşmemiz lazım, hakemli mi hakemsiz mi olsun?” gibi tartışmaları sürekli yaptık. Ve belki bu tartışmaların etkisi dergiye zaman zaman yansıdı. Daha önce bir konuya odaklı dosya yokken, birden dosyalar çıkmaya başladı. Dolayısıyla doğrudan bir karar alınıp dergiye yansıtılmadı ama bu tartışmalar süreç içinde dergiyi etkiledi.
FO: Mesela kaynaklar daha çok önemsendi, daha net belirtilmeye başlandı.
SA: Evet bu detay önemli. Baştan hiç öngörmemiş olmamıza rağmen derginin akademik bir literatür olarak kabul edilmesi ya da bu amaca hizmet etmesi hiç önceliğimiz değildi. Çünkü biz; fikrin paylaşılması ve bunun politikaya dönüşmesi ya da var olan politikaların eleştirilerinin yapılmasına yönelik bir amaçla SD’yi çıkardık. Ama zamanla bir kısım akademik kadrolara atanma vs. alanlarında ve akademik dosyalarda hakemli bir dergi olmamasına rağmen SD’de yayımlanmış makalelerin kullanıldığını gördük. Bu bizim yayın kurulundaki tartışmalara da yansıdı. O zaman kaynaklar, alıntılar, yazı formatları ve yazılardaki alıntı oranları yani akademik bir yayında aranan en azından asgari şartlar olması yönünde de tartışmalar yürüttük. Bunların da etkisi zamanla dergiye yansıdı.
SD’nin Medipol Üniversitesi temellinin harçlarından biri olduğunu ifade etmiştiniz. Üniversitenin kuruluş fikri ve serüvenini de anlatabilir misiniz?
SA: Derginin üniversiteyi doğurduğu gibi bir iddiada bulunamam ama biraz önce söylediğim gibi “dergi, vakıf ve üniversite” fikrinin aynı kaynaktan çıktığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Fahrettin Koca’nın bunların hepsine de hamilik yapması bir başka önemli husus. Bildiğiniz gibi, Vakfın kurucusu, SD’nin sahibi, Üniversitenin de Mütevelli heyeti Başkanı. Medipol Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında gayret gösteren, bu fikri olgunlaştıran, bunu bir sunuma dönüştüren hatta YÖK’te tartışan ve kuruluşunda görev alan arkadaşlara baktığınızda sonuçta ya derginin yayın kurulunda var olan, ya da yazarları olan arkadaşlardır. Bunlara bakarak bile bu derginin bu üniversitenin temelinde bir harç görevi gördüğünü söylemek herhalde mümkün. SD’nin çıkışı ile üniversitenin kuruluşu arasında yasanın çıkması açısından 3 yıl, fiilen kurulması açısından 4 yıllık bir süre var. Böyle bir harç görevi gördüyse 10’uncu yılına ulaşmış 40’ıncı sayısı çıkarılan bir derginin aslında ilk 3 yılda bile başta söylediğim okul olma görevini bir şekilde icra ettiği ortaya çıkıyor.
FO: YÖK’teki üniversitenin sunumunda ben de vardım. Oraya gittiğiniz zaman mahkeme gibi bir yere çıkıyorsunuz ve sürekli sorular soruluyor. Üniversitenin amacı, vizyonu ve sağlığa verilen öneme dair sorular geliyordu. Bu sorulara bizim verdiğimiz cevaplar aslında bu dergi sürecinde öğrendiğimiz konuları kapsıyor. Biz aslında farkına varmadan zihinsel hazırlığımızı yapmışız. Bir soru geldiği zaman “tak” diye cevap veriyorduk. O sınavdan başarıyla çıktık ve üniversite kuruldu.