Bu güne kadar gerçekleştirdiğimiz telefon söyleşilerinin etkisiyle ben Mahir Kaynak Hoca’yı Türkiye’deki gelişmeleri genellikle dış dinamiklerle açıklayan bir isim olarak algılıyorum. Bu tespitten yola çıkarak sormak istiyorum: Ülkemizdeki sağlık politikalarını kim belirliyor, kim yönetiyor?

Türkiye’de sağlık esas itibariyle ticarileşmiş ya da kapitalistleşmiştir. Burada bir itirazdan çok, tespitte bulunmak isterim ki; genel politika olarak sağlık sektörünün asıl amacı çok para kazanmak. Bunu yadırgamıyorum, zaten kapitalizmin felsefesi mümkün olduğun kadar çok para kazanmaktır. Tabi bunun içinde daha fazla para kazanmayı ya da insanları tedavi etmeyi öncelik haline getirenler olması hiç kuşkusuz. Ben burada bir noktaya temas etmek isterim: Türkiye’de her gelen siyasetçi, tüm vatandaşlara bedava kaliteli sağlık hizmeti vaat ediyor. Oysa bunun mümkün olduğu Batı ülkeleri ile ekonomimiz yarışacak düzeyde değil. Bence Türkiye kendi gelir durumuna uygun bir sağlık politikası izlemeli. Her önüne gelen MR, herkese en ileri boyutta tedavi metotları uygulanamaz.

SD olarak sektörün dışındaki isimlerle sağlık sektörünü konuşmayı, onların fikir ve öngörülerinden istifade etmeyi hayli önemsiyoruz. O nedenle buradan itibaren sizinle biraz sektörü masaya yatırmak istiyorum. Sizce Türkiye olarak sağlıkta neredeyiz?

Türkiye bence sağlık sektöründe öteki dallara göre ileri düzeyde. Geçtiğimiz yıllara kadar üniversite sınavlarında en zeki öğrenciler tıbbı tercih ediyordu. Yani sektörde müthiş bir beyin birikimi mevcut. Ama bu beyin birikimini doğru olarak kullanabiliyor muyuz sorunu var. Acaba böyle mi olmalıydı, yoksa diğer sektörlerde de yeterli beyin istidamdı sağlanmalı mıydı? Mesela Türkiye’de en az rağbet gören sektörler siyaset bilimi, hukuk veya sosyal bilimlerdir. Hâlbuki bu konular toplumun tümünü ilgilendirir. Sağlık bireyseldir, bir doktor bir hastayı kurtarabilir. Ama bir siyasetçi milyonları öldürebilir. Onun için burada bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Tıpta yaşanan beyin göçünün nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Bu kadar beyni tek bir sektörde istihdam etmeye kalkarsanız, bunların bir kısmının başka ülkelere göçmelerini engelleyemezsiniz.

“İşgücü serbest dolaşacaksa ithal hekim de serbest olabilmeli”

Bilhassa son 10 yıla bakacak olursak ülkemizde özel hastanelerin nitelik ve nicelik itibariyle büyüdüğünü, büyük grup hastanelerinin açıldığını, hükümetin de sağlıkta özelleştirme noktasında istekli olduğunu görüyoruz. Sağlık sektöründeki değişiklikleri siz nasıl yorumluyorsunuz?

Bence bu noktada bir ikilem içindeyiz. Kamu sektörüne ağırlık verildiğinde kaynakların israfına, gelişmenin yavaşlamasına ve personelin kendisini geliştirememesine şahit oluyoruz. Bundan vazgeçip özel sektöre kaydığımızda ise kar elde etme güdüsü, hastalıkları tedavi etmenin önüne geçiyor. Bence bunun bir orta noktasını bulmamız lazım.

Bir ‘Üçüncü yol’ öneriniz mi var?

Var. Bence sağlık sektöründe vakıf mantığı geliştirilmeli. Yani sağlığı yönetenler herhangi bir şekilde kar amacı gütmemeli. Öte yandan varlıklarını sürdürebilecek düzeyde para da kazanabilmeliler.

Ülkemizde hekim sayısının yetersiz olduğu tartışmaları sürüyor. Buradan yola çıkarak sözü yabancı hekim meselesine getirmek isterim. Ortaasya, Azerbaycan ve Afrika’dan düşük standartlı eğitim ve tecrübelerden yetişen doktorların ülkemize gelecek olması gibi bir handikap var. Bu konu hakkında sizin görüşünüz nedir?

Bu konuyu doğru bulmuyorum. Ancak genel itibariyle işgücünün her ülkede serbestçe dolaşımı kabul ediliyorsa tıp mensuplarını bunun dışında tutmak yanlıştır. Bu, genel istihdam politikamızın bir parçası olmalıdır. Bana göre bu kadar milli gelir ile bundan öte bir sağlık hizmeti ortaya konulamaz. Türkiye’nin kalkınması ile halkın sağlığının düzeltilmesi noktasında dengeli gitmek gerekir.

Dışardan bir göz olarak baktığınızda sizce tıp dünyası kendi dışından tartışmacılara, tartışma biçimine ve tartışmaya açık mı? Bu konu sömürüye çok açık tabii ama gene de tıp dünyasında acaba fazla mı sertlik var? Yani tıpla ilgisi olmayan herhangi bir insanın tıp dünyasına anlatabileceği hiçbir şey olamaz mı? Örneğin siz köşenizde sağlık ile ilgili yazabiliyor musunuz? Sektör bu durumu nasıl karşılıyor?

Hayır yazamıyoruz. Bazı tabu konular var, sağlık da onlardan biri. Doktorlarla aynı ortamda bulunduğunuzda söyledikleri şu: Sağlıktan feda edilemez. Yani sağlık için ne kadar lazımsa o kadar vereceksiniz. Silahlı Kuvvetler mensupları ile yan yana bulunduğunuzda onlar da “Güvenlikten feda edilemez. Bütün kaynaklar, ne kadar gerekiyorsa oraya tahsis edilmelidir” diyorlar. Böyle birtakım tabu sektörler var. Bence genel sağlık politikasının doktorlar tarafından belirlenmesine izin verilmemelidir. Genel politika yukarıdan belirlenmeli, doktorlar faaliyetlerini bunun içinde yapsınlar.

“Tıp, gazete kupürlerine düştü”

Mahir Kaynak’ın iç ve dış politikaya dair fütürist yorumları kendi adıma hep ufkumu açmıştır. Bu bakış açısı ile sağlık sektörünü okumaya çalışmak beni şimdiden heyecanlandırıyor. İzin verirseniz buradan itibaren bu noktaya ağırlık verelim. Hocam, dünya toplumu olarak sürekli artan bir taleple hap kullanıyoruz. Amerikan Pediatri Akademisi, ailesinde yüksek kolesterol, yüksek tansiyon ve kalp hastalığı bulunan çocukların 2 yaşından itibaren kontrolden geçirilmesini tavsiye etti. Kötü kolesterolü yüksek çıkan 8 yaşından itibaren kolesterol ilacı kullanılabileceğini bildirdi. Yani düzenli hap kullanma yaşı bebeklik dönemine kadar indi. İlaç sektöründeki belirleyicileri düşünürsek bu durumdan insanlık adına endişe etmeli miyiz?

Evet, endişe etmeliyiz. Çünkü burada amacın insanların sağlığını korumaktan ziyade daha fazla para kazanma olduğun düşünüyorum. Bir de son zamanlarda tıbbın gazetelere düştüğünü görüyorum. Gazete kupürlerine bakacak olursanız baştan aşağı yasaklarla ve bazı ürünlere yönelik birtakım teşviklerle kurulu bir hayat yaşamanız gerekiyor. İşin garip tarafı bir sütunda ak denilene ötekinde kara denildiğine şahit oluyoruz. Bu kalemler kulak kabartacak olsak hayatımız zindan olacak. Hiç kimse normal bir yaşam süremeyecek. Oysa böyle genel tavsiyeler yerine kişiye özel tavsiye ve metotlar belirlenmelidir. ‘Hastalık yok, hasta vardır’ sözü tersine çevriliyor ki bu yanlış bir durum.

Tıp ilaçları konusunda bazı komplocu kalemlere kulak kabartacak olursak modern ilaçların tümünün kansorejon madde içerdiği ve yan etkileri olduğu ifade ediliyor. En son İngiliz Hull Üniversitesi’nden bilim adamlarının 47 klinik deneye dayandırarak yaptıkları araştırmanın; antidepresanların sanıldığı kadar etkili olmadığı, bilakis hastaları daha fazla depresyona sürüklediğini ortaya koyması bizi bu noktada yeniden düşünmeye sevketti. İşi abartıp ilaç sektörünün tümüyle insan sağlığını önce bozup sonra düzeltme üzerine kurulu büyük bir proje olduğuna kadar vardıranlar da yok değil. Siz bu noktada ne dersiniz?

Böyle bir komplo teorisinin doğru olduğuna inanmıyorum. Ama şu kadarı var ki, bir ilacın bir hastaya iyi geldiği görülünce yaygın bir biçimde kullanımı başlıyor ve yan etkileri hesap edilmiyor. Oysa bazı ilaçların etkisinden çok yan etkisi olabiliyor. Bunun önceden planlanmış bir proje olduğunu düşünmüyorum ama mümkün olduğunca çok ilaç kullanılması gerektiğini söylüyorlar.

Kızılay’ın bilgisayarlarından yapılan bilgi transferleri üzerinden genetik şifrelerimizsin çalınmasına dair haberler zaman zaman gazete kupürlerine konu oluyor. Deniyor ki, “Gen haritamızın yabancı bir gücün eline geçmesi Türk milleti için büyük tehdit olabilir.” Sizce bu mümkün mü?

Hayır, ben bunun mümkün olduğunu düşünmüyorum, gen haritalarımızın başka ülkelerin eline geçmesinde de herhangi bir sakınca görmüyorum.

Yani Türk milletinin zafiyetlerini ortaya koyması ve ona un uygun virüsün tespit edilmesi, imal edilmesi ve hastalık yolu ile gönderilmesi gibi tehdit gerçekçi değil mi?

Böyle bir mücadele tarzının olabileceğini zannetmiyorum. Bence bir ülke bir başkası ile mücadele edecekse bunu çok zahmetli olan biyolojik silahlarla yapmak yerine örneğin bir nükleer silah yapıp üzerinize atarlar kurtulurlar. Bu kadar zahmete gerek yoktur.

“Kene olayları biyolojik deneme olabilir”

Kene vakalarını sizinle konuşmak esterim. Yaşanan vakaların ardından ülkemizde 1 milyon dolarlık bir ilaç sektörünün oluştuğu söyleniyor. Bu noktada bir duyumunuz var mı?

Bu tabi incelenmesi gereken bir mesele. Hakikaten Türkiye’deki kenelerde eskiden böyle bir hastalık yoktu. Bunun nedeninin tıp adamları tarafından araştırılması gerekiyor. Bu nerden çıktı, eskiden de vardı da biz mi bilmiyorduk?

Yıllardır çiftimizin ayağına, bacağına yapışan, karınca ve sinek kadar bir ederi olan kene nasıl bir mutasyona uğrayıp da ölüm saçar hale geldi. Siz anladığım kadarıyla pek ihtimal vermiyorsunuz ama ben gene de sormak isterim: Bu noktada ülkemize yönelik biyolojik silah iddialarında gerçeklik payı düşünülemez mi?

Bu bir saldırı değil de belki bu bir denemedir. Çünkü düşünelim hadi. Köylerde birkaç yüz kişiyi öldürdüklerinde yabancılar bundan ne elde edecektir? En fazla bir milyon dolar kazanabilirler ki, bu da onlar için çok büyük bir para değildir. Ama bir deneme yapıyor, Türkiye’yi laboratuar olarak kullanıyor olabilirler ki, buna şaşırmam.

Biyo-terör sizce uluslararası bir baskı ve tehdit unsuru olarak kullanılıyor mu?

Ülkeler ve insanlar arasındaki mücadelede her türlü yöntem ya da silah bir baskı unsuru olarak kullanılır. Ama evvela şunu kabul etmek gerekir ki, sizinle mücadele etmeyi kafasına koyan bir güç varsa siz biyo-terör yolunu kapatırsınız, o bir başka kapı bulur. O nedenle sorunlarımızı politika ile çözebilmeli, politikayı ve stratejik gücümüzü caydırıcı bir mekanizma haline getirebilmeliyiz.

Daha çok gelişme çağındaki çocukların tüketmesi için uzmanların şiddetle tavsiye ettiği meyveli yoğurtlar gibi de bazı ürünlerin besin değerlerinde piyasaya sürülen ülkeye göre değişiklikler olduğu iddiaları var. Bir ara bir yoğurt markası ile ilgili “Çocuklarda zekâ geriliği yapıyor” diye iddialar çıkmış, haberlere konu olmuştu. Sizin bu noktada görüşleriniz neler?

Ben kendi adıma hep doğal ürünleri tercih ederim. Yoğurt varken neden meyvesini tercih edelim ki. Yani biri çıkıp gelip de ben şöyle bir şey imal ettim derse ona şöyle derim: Yaradandan daha kabiliyetli değilsin. Sana asla inanmıyorum. Anne ve babalar böyle ticari oyunlara kanmamalılar. Çocuklarına doğal olan gıdaları yedirmelidirler.

“Afrika’yı boşaltacaklar!”

Sizce HIV enfeksiyonu neden Afrika’da bu kadar yaygın? Hıristiyan misyonerlerin insanları hastalıklarını tedavi ettirme bahanesi ile elde ettiğine dair iddialarda gerçeklik payı olabilir mi?

Ben din uğruna böyle şeylerin yapacağını düşünmüyorum. Fakat başka şeyler uğruna yapılabilir. O da şu: Afrika’da hastalıklar ve kıtlıklar üzerinden bir nüfus azaltma politikası izlendiğini hissediyorum. Bu politikanın sonunda nüfus çok azalacak, kıta gözde bir kara parçası haline gelecek. Buraya Batı’dan büyük ölçüde göçler olacağını düşünüyorum. Doğal kaynakları ve sıfırdan medeniyet inşa edilebilecek kadar boş bir alan olması nedeniyle Afrika bu anlamda bir cazibe merkezi.

Dünya da bu kadar uzun vadeli ve zalim politikalar yürüten güçler mi var?

Neden olmasın! Bunda şaşılacak şey ne? Geçmişte katliamlarla yapılanlar bugün böyle yapılıyor. “Buna razı değilseniz, size savaş açalım, topluca kılıçtan geçirip bir kenti yok edelim” de diyebilirler. Bu da bir metot. Yeri gelmişken benim üzerinde düşündüğüm bir meseleyi de burada aktarmak isterim. Çin ve Hindistan’ın şişen nüfusları kendi toprakları içinde hapsedilecek mi, yoksa öteki bölgelere, örneğin Afrika’ya kaydırılacak mı? Bence o nüfus oraya hapsedilecek.

Çin, sanayi ve teknolojide bir alternatif yarattığı gibi tıpta da tam tanımlanamayan bir sektör yarattı. Çin’de uygulandığı iddia edilen alternatif tıp, günümüzdeki tıbbi uygulamaların bittiği yerde değil; bu uygulamalara alternatif olarak ortaya çıkıyor. Bu bir tehdit olarak algılanmalı mı?

Hayır, bunu tehdit olarak görmemeliyiz. Bu olumlu karşılanmalı. Alternatif tıbbı herkes öğrenmeli, deneyebilmelidir. Bunun gelişmesi, modern tıptan kaynaklı şikâyetleri bir nebze azaltacaktır. Burada bir başka konuya daha temas etmek isterim: Çin, olduğundan farklı görünen bir ülkedir. Çin’i bu kadar büyüten, oraya dışarıdan akan sermayedir. Ne olup bittiğini anlayabilmek için o sermayeyi oraya akıtanlara bakmak lazımdır. Hâlbuki biz Çin büyüdü diyip oraya bakıyoruz. Şunu söylemek istiyorum: Çin’i bu kadar büyütenler, gerektiği zaman onu yok edebilecek mekanizmaları da Çin’in içine yerleştirmiştir haberiniz olsun. Ben Çin’in bir küresel güç olup dünyayı yönetebileceğini zannetmiyorum.

“Sağlıkta küresel güç olabiliriz; ama…”

Sınırlarımıza çekilmek istiyorum. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın memleketi Malatya’yı Ortadoğu ve Balkanlar’da sayılı tıp merkezlerinden biri haline getirmek gibi bir projesi olduğu biliniyor. Türkiye şimdi sadece Malatya ile değil İstanbul ve Ankara gibi merkezleriyle Avrupa’nın tıp merkezlerinden biri olma yolunda. Açılan kompleks hastaneler, Türkiye’ye tedaviye gelen yabancı hastalar derken Türkiye sağlıkta küresel bir güç, bir aktör olma yolunda mı?

Öyle tahmin ediyorum. Hem termal tesislerimiz var, hem yetişmiş beyin gücümüz, hem de sağlık alanında yatırım yapan müteşebbislerimiz var. Üstelik de sağlık ücretleri Avrupa ve Amerika’ya kıyasla oldukça uygun. Ancak burada çok önemli bir şerh koymak isterim ki, Türkiye sağlıkta Batının kâr amacı güden sağlık sistemine benzer bir sistem kurmamalı. Yani gereksiz ilaçlarla hastanın bedeneni dolduran, gereksiz testlerle faturaları kabartan hastane ve doktorlar sektörden uzaklaştırılmalı. Sektör, sağlığın ötesinde bir amacı olmayan ama bu arada para da kazanan bir hale gelebilmeli. Türkiye, insan sağlığı üzerinden para kazanmayı amaç edinmiş bir ülke olmamalı, böyle bir lekeyi üzerine kondurmamalı. Burada vakıf mantığını tekrardan anımsatmak istiyorum.

Tabi küresel bir aktör olabilmek için küresel politikalar gütmeniz de gerekiyor. Bu anlamda Türkiye’nin son birkaç yıldır bölgede lider ülke olmaya yönelik yürüttüğü vizyonun da altını çizmekte fayda var.

Elbette ama yanlışlarımızı önümüze koymamızda da fayda var. Türkiye eğer küresel bir güç olacaksa nüfus ettiği alandaki insanlara hitabetmesini de bilmelidir. Ama şimdiye kadar ki söylemlerimiz bunun hep tersiydi. Dışişleri Bakanımız çıkıp “Biz çıkarlarımız için uğraşırız” diye başlayan cümleler kurardı. Bunu söylediğiniz zaman başkaları sizinle niye yan yana gelsin. Amerikan Dışişleri Bakanının ağzından hiç böyle bir söz duydunuz mu? Hep kendi çıkarları için çalışır ama söyleminde “Bölgenin ve hatta insanlığın çıkarları…” kelimelerini vurgular. Her ülke din ya da ırk üzerinden bir politika güder. Türkiye bir yeniliğe imza atmalı ve insan üzerine politika yapan bir vizyonu ortaya koyabilmelidir. İşte o zaman hem sağlık, hem de öteki sektörlerde küresel bir güç olabiliriz.

“AK Parti’yi İngiltere kapattırmak istedi”

Sizin eski bir mensubu olduğunuz MİT hakkında bir soru yönetmek isterim. Ergenekon çetesini çökertmede MİT çok etkili oldu. Daha önce CIA’nın güdümünde çalıştığı ifade edilen MİT’in bugün gelinen noktadaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kurumların vizyonu yöneticilerinin kimliklerine son derece bağlıdır. Aşağıdakiler, yukarıdan aldıkları direktiflere göre hareket ederler. Onlar politikadaki değişimleri çoğu zaman anlamazlar bile, denileni yaparlar. Yukarıdaki tespitinize katılırım, hangisi iyi derseniz bugünkü durumun daha iyi olduğunu söylerim.

Son olarak Türkiye siyaseti üzerine yorumlarınızı almak isterim. Geleceği okuma noktasında uzmanlaşmış bir isimle bunu konuşmak bizim için de ufuk açıcı nitelikte. Sizce AK Parti kapatılsaydı ne olurdu?

Bugünden çok daha farklı bir istikamette olurduk. Bakın kapatma davası açıldığında şunu yazmıştım: Bu dava irticaya ya da bir düşünceye yönelik açılmış bir dava değildir. AK Parti içindeki ABD yanlısı grubun tasfiyesi adına AB içindeki İngiltere’nin başını çektiği grup tarafından açtırılmış bir davadır. Kapatılırsa Abdullah Gül’ün gölge lider olduğu grup partiyi ele geçirecek, bu grup küresel sermayeye ve Londra’ya çok yakın hareket edecek. Bana göre AK Parti içinde Tayip Erdoğan kanadı ABD’ye daha yakın, Abdullah Gül kanadı ise AB’ye. Ama ben AB’yi ikiye ayırıyorum. AB şu anda hurda bir otomobile benzemektedir. İki kanada ayrılmıştır. Biri Fransa ve Almanya’nın liderliğindeki kadro. Diğeri ise İngiltere’nin başını çektiği ve İtalya, İspanya’yı içine alan blok. Türkiye bu ikinci bloğa daha yakın.

Ya bugün? Yüksek Mahkeme’den çok okumalı, ilginç bir karar çıktı. Darbe yapma planı içinde oldukları iddia edilen bir grup hakkında yürütülen Ergenekon gözaltıları sürüyor ve dava için gün sayıyoruz. Genelkurmay Başkanı değişti. Bu sıcak siyasi gündem içinde Türkiye nereye doğru yol alıyor?

Evvela şunu söyleyeyim: AK Parti’nin kapatılmaması Tayip Bey’in elini güçlendirdi. Çünkü parti içinde Bülent Arınç’ın başını çektiği bir kadro var ki, dine yönelik talepleri sürekli Başbakan’ın önüne koyuyor. Şimdi onlara diyebilecek ki, “Bakın istediklerinizi yaparsam partiyi kapatabilirler.” Onları baskı altına alacak. Asker yönetiminde de aşırı bir İslam’ın varlığına karşı ama AK Parti’ye tahammüllü bir yönetim oluşturulacak. Bir sivil-asker birlikteliğine şahit olacağız.