Latince “missio” kelimesinden gelen “misyon”, genel anlamıyla bir kimseye, bir şey yapmak üzere verilen özel görev, yetki olarak tanımlanmaktadır. Misyonerlik ise kelime anlamı olarak bir dinin yayılması amacıyla yapılan sistematik faaliyetlerdir. Ancak “misyonerlik” denildiğinde kast edilen, özelde “Hıristiyan misyonerliği”dir ve Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan, belirli metotlar kullanılarak Hıristiyan dinsel değerlerinin yayılması için yapılan sistematik faaliyetleri ifade etmektedir. Misyonerliğin asıl amacı ne yapıp edip insanların Hıristiyanlaştırılmasıdır. İlk misyoner kabul edilen Pavlus’tan günümüze misyonerler, hangi ülkeye sevgi ve barışı götürmek (!) adına girmiş olsalar, orada muhakkak sömürgeci bir yapılanma kurmuşlardır ve halkın hem ekonomisini hem de dini inançlarını sömürerek yok etmişlerdir. 1963 yılında bağımsızlığına kavuşan Kenya’nın ilk başkanı olan Jomo Kenyatta’nın sözü bu gerçeği tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir: “Beyaz adam geldiğinde bizim topraklarımız, onların ise İncil’i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız vardı.”
XVIII. ve özellikle XIX. yüzyıl, misyonerlik faaliyetlerinin hızlandığı ve birçok misyonerlik teşkilatının ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde kurulan misyonerlik teşkilatlarının büyük çoğunluğu, çeşitli Protestan kilise ve cemaatleriyle irtibatlıdır. Misyonerlik, XIX. yüzyılda Afrika’da ve özellikle Çin ve Japonya gibi Hıristiyanlığın girmeye başladığı yerlerde olmak üzere Asya’da çok yaygınlaştı. XIX. yüzyılda Hıristiyan misyonerleri yalnızca dini öğretilerin anlatılması görevini yapan vaizler olarak değil, eğitim ve sağlık görevlileri ve sosyal hizmet uzmanları olarak da misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlardır. “Ortadoğu”da olduğu gibi bazı bölgelerde çok defa eğitim, sağlık ve sosyal hizmet alanlarındaki faaliyetler doğrudan vaizlik faaliyetlerinin önünde yer aldı. Bu bağlamda Hıristiyan ülkelerinde yetiştirilmiş birçok “misyoner-doktor” ve “misyoner-öğretmen”, misyon bölgelerine gönderildi.
Osmanlı ülkesinde misyonerler
Osmanlı ülkesinin Hıristiyan misyonerleriyle tanışması Katolik misyonerlerle başlamıştır. XIV. Lui zamanında Fransa’ya gösterilen müsamahakâr tavrın neticesi olarak İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği’nin himayesinde Cizvit ve Fransisken misyonerler ilk önce Müslümanlar üzerinde çalışmışlar, bunda başarılı olamayacaklarını görünce Osmanlı Devleti içindeki gayrimüslim toplulukları kendilerine çalışma alanı olarak seçmişlerdir. Bu dönemde Fransa Kralı’nın talebi üzerine evvela Cizvitler’in İstanbul’da oturmalarına izin verilmiş, daha sonra bu izin genişletilerek Selanik, İzmir ve Atina’ya yerleşip propaganda faaliyetlerinde bulunmalarına müsaade edilmiştir. Osmanlı ülkesinde Cizvit ve Fransisken misyonerler en çok İstanbul, İzmir, Halep, Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kıbrıs ve Orta Yunanistan’da faaliyet göstermişlerdir.
Cizvit tarikatının çalışmaları sonucunda, 1583’te İstanbul’da St. Benoit isimli Fransız Okulu açıldı. Cizvitlerden başka diğer Katolik tarikatları olan Fransisken, Dominiken, Kapusen ve Frerler rahip ve rahibeleri de Osmanlı ülkesine gelmeye başlamışlar ve çoğu kendi isimleriyle anılan St. Joseph, St. Michel, St. Louis ve Notre Dame de Sion gibi okullarını açmışlardı.
Ortodokslar daha çok Ortodoks Rumlar, Yunanlar, Bulgarlar ve Sırplar üzerinde faaliyetlerde bulunurken; XIX. yüzyılda Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerine başlayan Protestanlar, özelikle Ermeni azınlıklar başta olmak üzere Müslüman halka yönelik eğitim faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeki en etkin iki Amerikan kurumu, İstanbul’daki “Robert Kolej” ile Beyrut’taki “Suriye Protestan Koleji” idi. Robert Kolej, Rothschilds ailesinin Fransa branşına mensup New Yorklu tüccar Christipher Rinlender Robert’in maddi katkısıyla 1863’te kurulmuştur. Robert, Sultan Mehmet İstanbul’u nasıl Rumeli Hisarı’nı yaptırarak fethetti ise, kendisinin de oradan aynı şehri -bu kez kültürel açıdan- alacağını düşünerek okulun Bebek sırtlarında yapılmasında ısrar etmişti. 1866’da kurulan Suriye Protestan Koleji’nin tüzüğünde ise “Bu kolejin misyonerlik değeri üzerinde olması ve her profesörün de Hıristiyan bir misyoner olmasında ısrar ediyoruz” deniyordu.
Değişik etnik köken ve dini inanca sahip unsurların bir arada yaşadığı geniş topraklara sahip olan Osmanlı Devleti, misyonerlik faaliyetleri için uygun bir zemine sahipti. Zira azınlıklara tanınan geniş haklar ve yabancılara verilen kapitülasyonlar, misyonerlerin faaliyetlerini kolaylaştıran faktörlerdi. Osmanlı Devleti’nin Batı ülkeleri karşısında zayıflamaya başlaması ve Batılı emperyalist güçlerin Osmanlı’ya karşı hemen her alanda üstünlüğü ele geçirmesine paralel olarak ülke topraklarındaki misyonerlik çalışmaları artmış ve XIX. yüzyılda zirveye ulaşmıştır.
Misyonerlik faaliyetleri ile ilgili olarak Mahmut Aydın şu iddiada bulunmaktadır: “Misyon kelimesi ilk kez XVII. yüzyılda Cizvitlerin tarikat kuruluş tüzüğünde, Türkleri Hıristiyanlaştırmak üzere Papa III. Paul’dan özel izin ve görevlendirme istekleri ile ortaya çıkmıştır.” Ona göre misyonerlik müessesesinin kurulmasının temelinde Türklerin Hıristiyanlaştırılması projesi yer almaktadır. Ancak Aydın’ın iddia ettiğinin aksine Osmanlı Devleti döneminde Müslüman Türk halkını Hıristiyanlaştırmaya yönelik misyonerlik faaliyetleri başarılı olamamıştır. Başlangıçta misyonerlere sıcak yaklaşan Müslümanlar, kendilerine Hıristiyanlığın telkin edilmesi üzerine tepki göstermişlerdir. Örneğin Antep’teki Amerikan misyoner okulu olan Merkezi Türkiye Koleji’nin arsası bir Müslüman tarafından bağışlanmıştı. Yine kolej kurulurken birçok Müslüman maddi yardım etmişti. Ancak kolejde misyoner politikasının ağır basması, Müslümanların bu yaklaşımını daha sonra olumsuz etkilemişti. Bu yüzden misyonerler eğitim faaliyetlerini Osmanlı Devleti’nin vatandaşları olan gayrimüslimler üzerine yoğunlaştırmışlardır. Bu okullar, buralarda öğrenim gören genç beyinlere, ayrılıkçı siyasi fikirlerin verildiği, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik faaliyetlerin organize edildiği birer komita merkezi haline gelmiştir. Böylece gayrimüslim azınlıkları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya çalışmışlar ve onları ayrılmaya teşvik etmek suretiyle Osmanlı Devleti’ni parçalamayı hedeflemişlerdi.
XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde her alanda devlet politikası olarak uygulanan Batılılaşma hareketleri ve yeniden yapılanma girişimleri sonucunda farklı ırkların ve inançların yan yana yaşamasına imkân sağlayan devlet düzeni zayıflamasından istifade eden misyonerlerin teşvikleriyle Balkan topraklarında ortaya çıkan milliyetçi akımlar ve ulus devletlerin ortaya çıkışı Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda toprak kaybetmesine yol açmıştır. Örneğin Robert Kolej, Bulgarların bağımsızlığını kazanmasında adeta lokomotif görevini görmüştür. İngiliz ajan G. M. Fitzmaurice, 1906-1907’de üstlerine yazdığı raporda; “Bulgaristan, doğuşunu ve mevcudiyetini Robert Kolej’e borçludur” ifadesini kullanmıştır. Yine Merzifon’da Amerikan Protestan misyonerleri tarafından kurulan Amerikan Koleji, Merzifon Ermeni ayaklanmalarının tertiplendiği, yönetildiği bir merkez olmuştur.
Misyonerlik ve sağlık
Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerini açıktan yaparak sonuç alamayan misyonerler, hastaneler ya da halkın içine herhangi bir yolla girmiş Müslüman kılıklı papazlar vasıtasıyla gizlice faaliyetlerini yapabilmekteydiler. Bu konuda Sarafian, Merkezi Türkiye Koleji’nden 1880’den 1915’e kadar 409 öğrencinin mezun olduğunu, bunların öğretmen, doktor, diş hekimi, vaiz ve işadamı olarak İmparatorluğun birçok bölgesinde çalıştıklarını belirtmektedir. Misyonerler açısından kolejin etkisinin büyük olduğu bir gerçekti. Ancak Türkler, Ermeniler ve Türkiye’de çalışan Amerikalıların ortak görüşü, hastanenin etkisinin kolejden daha fazla olduğuydu. Çünkü sağlık hizmetlerinden Müslümanlar da büyük ölçüde yararlanmaktaydı. Bilhassa büyük harpte, harbin getirdiği sefalet ve hastalıklara duçar kalan halk üzerinde bu hastanelerin büyük tesiri olmuştur. Türk Misyonlarına Yardım Cemiyeti’nin neşrettiği elli senelik kitapta hastanelerin rolü şu tarzda belirtilmektedir: “Tıbbi misyonlar İncil öğretiminin öncüleridir. Bunlar başka bir envanjelin ağacı dikilmesi imkânsız olan yerlerde fidan yetiştirebilirler. Doktor, diğer misyonerlerle ne bir münasebeti olan, ne de bu münasebeti isteyen birçok insanı doğrudan doğruya kabul edebilir. Bir hekim nerede olursa olsun bir dispanser açtığı zaman, şifa verici mahareti yüzünden kendisine başvuranlarla kuşatılır. Yobaz bir İslam mollası veya bir fakir onun elini öpecek; kör-topal, meflûç insanların, can çekişen ana babaların İsa’ya hazin yakarışlarını andıran bir sesle ona yalvaracaklardır.”
Osmanlı ülkesinde ilk sağlık misyonerleri
Osmanlı Devleti sınırları içerisine ilk sağlık misyonerleri, 1831’de gelmeye başlamışlardır. İlk misyoner doktorlar, bölgede gezici doktor olarak çalışmaktaydılar. Kalıcı sağlık misyoneri olarak Dr. Asa Dodge, 1833 yılında Beyrut’a gelmiştir. 1835’te Amerikan Board, Dr. Ashabel Grant’ı her misyon merkezini sağlık olanaklarıyla donatmakla görevlendirmiştir. Daha sonra Dr. Cornelius Van Dyke (1840), Dr. Azariah Smith (1843), Dr. Asakel Grant, Dr. Henry Lobdell ve Dr. George E. Post’ın ülkenin çeşitli bölgelerinde hekimlik yapmışlardır. Böylece misyonerlik hizmetleri, tıbbi yardımla da desteklenince hedefe daha kolay ulaşılacağı düşünülmüştür. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu yoksulluk ve olanaksızlıklar, sağlık alanında iyice kendini göstermekteydi. Bu durum karşısında halkın misyoner kurumlarına yönelmesi kaçınılmazdı. Sağlık hizmetinin özellikle Müslümanlar üzerindeki etkisi çok fazla kendini göstermekteydi. Misyonerler gezici doktorluk sistemini de uygulayarak daha fazla bölgelere ulaşmaktaydılar. Hastanede iyice sağlığına kavuşmadan çıkmış olanların köylerine gidilerek görüşmeler yapılmaktaydı. Tıp misyonuyla gelen Amerikalı misyonerler, hasta yataklarında yatan Müslümanlara başuçlarında İncil okuyarak ve konuşarak telkinlerde de bulunmaktaydılar. I. Dünya Savaşı’na kadar Anadolu’da her misyon merkezinde sağlık ocağı, Adana, Antep, Talas başta olmak üzere 10 merkezde de Amerikan Hastanesi kurulmuştu. Sağlık alanında çalışan misyonerlerin en tartışmalı olanı Kırım Harbi dolayısıyla yaralı ve hasta İngiliz askerlerine bakmak üzere İstanbul’a gelen Florence Nightingale’dir. Kimilerine göre Batı hemşireliğinin kurucusu bir yardım meleği, kimilerine göre eli maşalı, kendinden başkasının başarısına tahammülü olmayan bir megaloman.
Kırım Harbi ve Florence Nightingale
Kırım Harbi, aslında Osmanlı Devleti’nin tarihi açısından ciddi bir kırılma noktası olarak görülebilir. Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti ile ittifak yapan İngiliz ve Fransızların İstanbul’a gönderdikleri askerlerin kolera ve tifo, tifüs gibi salgın hastalıklara yakalanmaları ve ciddi kayıplar vermeleri, ayrıca askerlerin Beyoğlu bölgesindeki eğlence yerlerine akın etmeleri sonucunda aralarında frenginin yayılması gibi dünya sağlık tarihine damgasını vuran gelişmeler, yine bu savaş yıllarında yaşanmıştır. Ama en önemli gelişme Florence Nightingale’in adını duyurmasıdır.
Emrindeki rahibe ve hemşirelerle birlikte 5 Kasım 1854 tarihinde İstanbul’a gönüllü olarak gelen Florence Nightingale, Üsküdar’daki Mimar Sinan yapısı Kavak Kasrı’ndan kalan binalar ile Selimiye Kışlası’nın bir bölümünde hasta ve yaralıların bakımını üstlenmiştir. Buradan yazdığı mektuplar ve daha sonra yazdığı kitaplarla hemşireliğin ve hasta bakımının kuramını oluşturduğu düşünülmekte ve buradaki gayretleri nedeniyle Batı’da hemşireliğin kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Fakat bütün bu gönüllü gayretler, savaş bölgesinden gelen yaralılar ve bastıran kış yüzünden hastaların giderek artması karşısında yetersiz kalacaktır. Üstelik binlerce İngiliz askerinin kolera yüzünden ölmesi, Florence Nightingale’in durumunu tartışmaya açmıştır. “The Independent” gazetesi 1998 yılında İngiliz arşivindeki gizli belgelere dayanarak verdiği haberde, şaşırtıcı bir iddia ortaya atmıştı. İddiaya göre Nightingale, tifo ve dizanteri gibi öldürücü olmayan hastalıklara uyguladığı yanlış teşhis ve tedavi yüzünden 15 bin İngiliz askerini ölüme yollamıştı. Bu iddianın benzerleri Nightingale’in zamanında da ileri sürülmüş ve İngiliz Parlamentosu bir araştırma komisyonu kurarak konuyu uzun boylu olarak araştırtmıştır. Uzayan araştırmalardan ciddi bir sonuç çıkmayacağına kanaat getiren, aynı zamanda İstanbul’daki Robert College’in kurucularından olan Amerikalı misyoner rahip Cyrus Hamlin ve oğluyla birlikte İngiliz hastanelerinde gönüllü olarak çalışan rahip Sydney Godolpin Osborne, haksızlıklara dayanamayarak Selimiye’deki hastanenin Nightingale dönemindeki içler acısı durumunu, asepsi ve antisepsi uygulanarak kolayca tedavi edilebilecek kolera, tifo ve dizanteri gibi hastalıklardan -bu tedaviden Nightingale ve rahibelerinin habersiz olmaları yüzünden- her gün hastanelerde 50-60 kişinin öldüğünü ifade etmişlerdir. Nightingale bu olaylardan sonra bir Fransız hekim olan Dr. Scrive’den hastaları hastalıklarına göre ayrı koğuşlarda yatırma fikrini almıştır. Bu fikrin hayata geçmesi sayesinde pek çok İngiliz askeri tifüsten ölmekten kurtulmuş, bu durum da Nightingale’in kahraman ilan edilmesinde büyük rol oynamıştır.
Aslında Kırım Savaşı sırasında müttefikler arasında hem niteliksel hem de niceliksel olarak en iyi sağlık bakım hizmeti Fransızlar tarafından sunulmuştur. Fransızların sağlık örgütlenmesi çerçevesinde hasta bakımını bu konuda çok deneyimli olan ve sistemli bir çalışma düzeni bulunan rahibeler üstlenmiştir Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da bulunan Fransız doktor Levy, temiz havanın hastanelerde ölüm oranını azalttığı görüşünde olmasına rağmen Nightingale bu konuda çok daha sonra adım atmıştır.
Nightingale, kendi görüşleri dışındaki görüşlere fazla itibar etmediği gibi kendisini tek otorite olarak görmekten hoşlanır, kimseye fırsat tanımazdı. Selimiye’deki çalışmaları sırasında, eski arkadaşı Mary Stanley’in kendisine sormadan 15’i rahibe ve 22’si hastabakıcı olan toplam 40 kişilik bir ekiple İstanbul’a gelmesine tepkisi çok sert olmuştur. Bu tepki, onun otoriter eğilimine ve başarıyı paylaşmaya kapalı oluşuna bağlanabilir. Uzun süre gemiden inmesi engellenen ve geri dönmek için finansal destek de bulamayan Stanley ve ekibi, zorunlu olarak Selimiye’ye yerleştirilmişlerdir. Ancak Nightingale’in tepkisi yumuşamamış, Stanley’i etkisiz konuma getirip ekibini katı bir disiplinle yöneterek, pes edip İngiltere’ye dönmelerine neden olmuştur. Hemşirelik öğretisini oluşturmasında yol gösterici olan Mary Stanley’in maruz kaldığı bu muamele, Nightingale’in iktidar mücadelesinde dostluğun ve vefanın yeri olmadığının göstergesidir.
Garip bir tesadüfle ön adı yine Mary olan, bakım hizmetlerinde yetkinliğini ispatlamış bir başka gönüllü misyoner Mary Seacole’ün yardım önerisini de reddetmiştir. Mary Seacole, İskoç bir babanın ve hür bir siyahi annenin kızı olarak 1805’te o zamanlar İngiltere’nin sömürgesi olan Kingston’da (Jamaika) doğmuş. 1850’de Jamaika’da baş gösteren kolera salgınında şifalı otları kullanmak suretiyle pek çok hastanın iyileşmesini sağlamış ve bu başarısının ardından ünü, İngiltere’ye kadar yayılmıştır. Kırım Savaşı’nı ve hastanelerin içler acısı vaziyetini gazetelerden okuyunca gönüllü olarak cepheye gitmeye karar verir. Seacole’e Savunma Bakanlığı tarafından izin verilmez. Hatta Nightingale’in ekibine katılma arzusu da geri çevrilir. İşin peşini bırakmayan Seacole, bu defa kendi imkânlarıyla Üsküdar’a kadar gelir ve ekibe gönüllü olarak katılmayı, ülkesinin askerlerinin yaralarını sarmak, dertlerine derman olmak için beraberce çalışmayı arzu ettiğini söyler. Nightingale bu isteği reddeder. Bunun üzerine Seacole tamamen kendi imkânlarıyla Kırım’a gider. Cephede, askerin yanı başında salgın hastalıkların önlenmesi için çırpınır, bu hizmetini finanse etmek için askerlere yiyecek ve içecek satar ve kazandığı paraları da hasta ve yaralıların tedavi ve bakımına harcar.
Florence Nightingale, Kırım’daki hastaların ve yaralıların İstanbul’a getirilmesindeki aksamaları, oradaki organizasyon bozukluğuna bağlamış ve durumu düzeltmek üzere Mayıs 1855’te Kırım’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır. Askerler tarafından ilgiyle karşılansa da Balaklava Hastanesi’nin durumu ve çalışanlarının tutumu karşısında “yel değirmenlerine saldıran Donkişot” konumuna düşmüştür. Savunma Bakanlığı tarafından belirlenen görev ve yetki alanı doğudaki hastanelerle sınırlı olup Kırım’ı kapsamadığı için, Nightingale’in direktifleri dinlenmemiş, çabaları nafile kalmıştır. Cephedeki koşulların zorluğu sonucunda sağlık durumu bozulmuş, o dönemde “Kırım ateşi” olarak da adlandırılan bruselloza yakalanmıştır. İki hafta hastanede yattıktan sonra İstanbul’a dönmüş, ancak bu bozgunu zafere çevirmek üzere Savunma Bakanı Herbert’e yetkilerinin genişletilmemesi durumunda görevi bırakacağı tehdidini içeren bir mektup yazmıştır. Beklediği yetki, 16 Mart 1856’da gelmiş; ikinci kez Kırım’a gitmiş ve hastane denetimi yapmıştır. Bir süre sonra da savaşın sona ermesiyle (30 Mart 1856) İngiltere’ye bir kadın savaş kahramanı olarak dönmüştür.
Nightingale’in meslek yaşamındaki temel motivasyonu, ilahi bir görevlendirmeye mazhar olduğu kanaatidir. Çalışmalarını bu kanaat çerçevesinde tanımladığı misyonun gerekleri olarak yürütmüştür. Dinine kuvvetle bağlı bulunan Nightingale, kendisine tanrı katından 1837, 1853, 1854 ve 1861 yıllarında dört kez vahiy geldiği iddiasında bulunmuştur. Onu hasta bakımına yönlendiren, bu vahiylerin ilki olmuştur. İkinci ve üçüncü vahiyler Kırım Savaşı öncesinde, dördüncü ise aile dostları ve Kırım Savaşı döneminin Savunma Bakanı Sidney Herbert’in 1861’de ölümünden sonra “nazil olmuştur”. İlk vahyin gelişinden sonra her yıl kendini din yolunda ilerleyişi bakımından eleştirmiştir. Kitap yazma hazırlığı olarak Ortaçağ’a ait gizemli ve tasavvufi eserler okumuş ve notlar almıştır. Kırım’da hastalanmasından sonra gelişen ve kronikleşen posttravmatik stres sorununu, ailesinin beklentilerinden ve baskısından kaçış aracı olarak kullanmıştır.
Kırım Savaşı, Florence Nightingale için şöhretin kapısı olurken, Osmanlı Devleti için ise parçalanma sürecinde önemli bir kilometre taşı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yoğun olarak eğitim ve sağlık alanında gerçekleştirilen misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecini hazırlayan en önemli etkenlerdendir.
Kaynaklar
Beyhan Mollahüseyinoğlu, Türkiye’deki Ortodoks Misyonerliği, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı: Doç. Dr. Ahmet Hikmet Eroğlu, Ankara-2006
Faruk Taşkın, Amerikan Misyoner Okullarından “Merkezi Türkiye Koleji” (1876-1924), Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2007.
http://tarihenotdus.com/dunya-tarihi/eli-masali-hemsire-florance-nightingale/#axzz2MP81Zpqo. (Erişim tarihi: 28.02.2013)
http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/meger-modern-hemsireligin-kurucusu-bir-zenciymis_2002342.html (Erişim tarihi: 28.02.2013)
Mehmet Aydın, “Misyonerlik Faaliyetleri ve Türkiye”, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2005.
“Misyonerlik” maddesi, Şinasi Gündüz, TDV İslam Ansiklopedisi, C: 30, s:193-199, İstanbul, 2005.
“Misyon” maddesi, Meydan Larousse, c. 9, s. 843.
Serap TORUN, “Kırım Savaşı’nda Hasta Bakımı ve Hemşirelik”, Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, Danışman: Yar. Doç. Dr. Selim Kadıoğlu, Adana, 2008.
Mart-Nisan-Mayıs 2013 tarihli Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 26. sayı, s: 100-103’den alıntılanmıştır.