Sağlığın ne büyük nimet olduğunu hepimiz biliriz. Ancak ne var ki bu kuru bilgiyi gerçekten anlamamız için onu yitirmemiz yani hastalanmamız gerekiyor. Hastalık bu yüzden yeni bir bilinç düzeyi, yeni bir anlayış kapasitesi sunar bizlere. Bir başka açıdan bakarsak, bu duruma anlayışsızlık da diyebiliriz.

Eğer hasta ben isem, anlaşılması gereken de benim. Benden başkalarını anlama uğraşı vermemi beklemeyin sakın. Hele sevgili doktorcuğum, sen beni anlamakla mükellefsin. Ne olur, benden karşılıklı anlayış bekleme. Hayatının en güzide yıllarını uzun ve zor bir eğitim sürecine feda etmiş olsan da, gezmek için bile gidemediğin ülke köşelerinde mecburi hizmet adı altında yıllarını harcamak zorunda bırakılsan da, asistanlık döneminde hiç bir emekçiye reva görülmeyen mesai şartlarında çalışsan, mesai kavramını, gece ile gündüz ayırımını unutsan da, bugün otuz ya da ellinci hasta olarak benimle muhatap olsan da, anlaşılmayı hak eden benim, çünkü ben hastayım.

Sizler sağlığın, fiziksel, sosyal ve ruhsal tam bir iyilik hali olduğunu iddia ediyorsunuz.  Bense bedenimdeki arızalar dayanılmaz olunca hasta olduğumu fark ettim. Ne iş yerinde, ne de evde huzurum kaldı. Arkadaşlarımla sohbet etmek eskisi gibi bana zevk vermiyor. Yani sosyal yönden tam bir olumsuzluk yaşıyorum. Bu durum ruhi yapımı fena halde bozuyor. Hele bir yandan işimdeki başarısızlığım, diğer yandan sağlığımı yeniden kazanma uğruna mecbur bırakıldığım harcamalarım nedeniyle içine düştüğüm durum, ruhsal yapımı iyice bozmuş durumda. Kısacası sizlerin tanımladığı sağlığımı tam olarak yitirmiş durumdayım.

Hizmete muhtaç olan ve onu talep eden benim, benden hoşgörü, benden anlayış beklemeyin. Sosyal devlet olma iddiasındaki devlet babanın bana yeterince değer vermemesinden şikâyetçiyim. Politikacıların vaatlerini gerçekleştirmemesinden, yaşananların söylenenlere uymamasından şikâyetçiyim. Beni hastaneye götüren şoförden, yolu sorduğum trafik görevlisinden, bana hizmet edecekleri söylenen doktordan, hemşireden, beni kapıda karşılayan görevliden, ilacımı aldığım eczacıdan şikâyetçiyim; hakkım olan güler yüzü benden esirgiyorlar diye şikâyetçiyim hepsinden, bütün kamu görevlilerinden. Bazen ölçüyü kaçırdığımı fark ediyorum; şikâyet listeme feleği, kaderi bile eklediğim oluyor.

Hastaneye giderken, kalabalık nedeniyle ilk iki otobüse binemeyip kendimi içine atabildiğim üçüncü otobüs bana işkence aracı gibi geldi. Üzerime abanan insanlar canıma kastediyordu. Otobüsteki onlarca insan, hunharca oksijeni tüketiyor ve havasızlıktan boğulmamın sorumluluğunu taşıdıklarını fark bile etmiyordu. Yoğun trafikte adım adım ilerlerken, şoför her frene basışını, bütün organlarımı sarsacak bir işgence yöntemi olarak kullanıyordu. Bu saatte trafiğe çıkan bütün arabalar benim yol işgencemi uzatmak kastıyla yakıt tüketiyorlardı. Hele otobüs durağını hastaneden uzağa koyan belediye yetkililerinde insaf namına birşey bulmak mümkün değil. Zaten bütün belediye başkanlarının, hatta bütün politikacıların oy isterken bizi hatırladığı, sonra akıllarına bile getirmedikleri gerçeğini bilmeyen mi var?  Bırak bu politikacıları, hastaneyi yapan mimar bile izan yoksunu. Muayene ikinci katta, laboratuvar dersen bodrumda. Asansörler çalışmıyor; çalışsa da kapısında binmek için beklerken gün bitiyor.

Ne olur, sen bari kapında bekletme be doktorcuğum. “Sıranı bekle, içeride hasta var, dur biraz” gibi tabirler benim için küfürden farksız. Hele o muayene kapısında bekleşen diğer hastalar yok mu? Hepsini düşman gibi görüyorum; benim hakkıma tecavüz eden düşmanlar. Zaman zaman onların da benim gibi hakları olduğunu düşünmüyor değilim, ama ben daha fazla hasta olduğuma göre öncelik neden benim olmasın ki? Kapında beklerken sıra dışı içeri girenler yok mu, hasta olmasam yakalarından tutup savuracağım ama dermanım yok. O içeri girenler hasta değilmiş, görevliymiş, bir şey söyleyip çıkacakmış, beni hiç ilgilendirmiyor. Değilmi ki, doktoru meşgul ederek benim muayene olmamı geciktiriyorlar, hepsi haddini aşıyor ve benim hakkıma tecavüz ediyorlar.

Nihayet beklediğim an geliyor ve doktorumun muayene odasına girmeyi başarıyorum. Doktora ulaştığımda hastalığımın son bulacağına peşinen inanmışım ben. Beni en detayı ile muayene edecek, şikâyetimi anlatmadan keşfedecek, engin bilgisini ve olağanüstü sezgisini kullanacak, yüzümün renginden iç dünyamı okuyacak. Nabzım kalp sistemimi, soluk alış verişim solunum sistemimi, bakışlarım bütün ıstırabımı anlatacak ona. Gerisi için zaten doktorun hikmetinden sual olunmaz; boşuna mı, benim gibi insan değil de doktor, yani hekim olmuş o?  Kısacası “Şifa Allah’tan” desek de reçetesini doktor yazacak. İyileşemezsem sorumlusu o.

Odana girdim be doktor, hadi bir şeker ikramını esirgedin, oturacak bir iskemle de mi göstermeyeceksin? Hemşire Hanım beni içeri çağırırken kafama vurur gibi bağırmasa olmaz mı? Bütün kadınları güzel bilirdim; Hemşire Hanım beni yalanlamak için mi asıyor suratını? Hiç tanımadığınız biri bile odanıza girse, bir “buyur etmek” yok mudur geleneğimizde? Kaldı ki, ben çok tanıdık biriyim, hastayım. Hergün onlarcasını, her ay yüzlercesini, her yıl binlercesini görseniz de, bu hasta benim. Sizdeki hakkımı almaya geldim. Ben hastayım, haklıyım.

Derdim çok, nereden başlayayım anlatmaya? Başım dönüyor, midem bulanıyor, kalbim çarpıyor, her yanım ağrıyor… Beni niye işgence odasındaki gibi sorguluyorsun, sen doktor değil misin? Hepsini anlatmadan da bileceksin işte. “Otur, uzan, sırtını aç, karnını aç…” Bu komutlar bana ağır geliyor be doktor. Sağlıklı olduğum dönemde biri bana bunları söylese haddini bildirir, ona konuşmasını öğretirdim. Ne var ki, burada sen başkasın, bense sadece bir hasta insan. Böğrüme vuruşun canımı acıtıyor, birşey diyemiyorum. “Aaa de” deyişin canımı sıkıyor, kemerimi çözdürüşün gururumu incitiyor, sabrediyorum.

Harika bir iletişim metodunuz var, aynı ses frekansı ile ruhsuz bir robotla konuşur gibi. Her şey otomatize edilmiş, birkaç dakikada bitiyor, sorgulama, muayene, tetkik isteme… Kapıda beklerken geçirdiğim sürenin onda biri kadar bile benimle ilgilenilseydi, gam yemezdim. Hemşire Hanım nasıl olduğumu sorarken tebessümü ile güzelleşen yüzünü benden esirgemeseydi. Doktorumla göz göze gelebilseydim. Bakışlarım bütün içimi dökecekti oysa. Onun bakışları da beni umutlandıracak, iyileşeceğimi haber verecekti. Bilmem kaçıncı defa her hastaya söylenen aynı tondaki komutlar ve sorulan sorular karşısında tekraralanan monoton davranışlar, ne doktor için ne de benim için bir anlam ifade ediyor. Sorular ve cevaplar buluşuyor, ancak soruları o sormuyor, cevaplarını ben vermiyorum. O, poliklinik defterinde adımdan önce gelen protokol numarasının yanına bulgular ve tetikler yazıyor, bense aynı protokol numarasına rol mankenliği yapıyorum.

İstenen tetkikler için defalarca merdiven inip çıkma, bugün gidip yarın aç gelme, kan vermek için sıra bekleme, sonuçların bir kısmını ertesi gün, bir kısmını ise bilmem kaçıncı gün alma, bu sonuçları alabilmek için yine kuyruklarda bekleme, pıhtılşan numunenin yerine yeniden kan verme ve bütün senaryoyu sil baştan yaşama… Röntgen için beş gün, ultrason için bir ay sonraki randevuyla yetinme… Ben hastayım diyorum, inanmıyorsunuz. Bütün bu tesis, organizasyon, çalışanlar sağlam insanı hasta yapmak için kurgulanmış şeyler. Bense, zaten hastayım.

Hasta olduğum için yola çıktım, hasta olduğum için geldim buraya, hakkımı aramaya. Herkes bu hakkımı gaspetmek için sözbirliği etmişçesine uyumlu bir davranış bütünlüğü sergiliyor. Organizasyonlar bu hakkın önünü tıkamak için kurgulanmış görüntüsü veriyor. Belki de, hakkını arayacak -ya da arayamayacak- yeni hastalar türetmeğe programlanmışlar. Bakanlığın hastanelerde açtığı hasta hakları birimlerinin bu organizasyondaki rolü ne ola ki? Su yokuş yukarı akar mı? Buralara yapılan şikâyetler, sağlık personeline taciz aracı halini alıp, hastalara karşı bir tepki dalgasına dönüşmüyor mu?  Bu ortamda “hasta hakkı” derken, tacize muhatap olanlar da “hekim hakkı” arayışına girmiş durumda.

***

“Hasta hakkına evet ama yanında hekim hakkı da olmalı” diyorlar. Tıp ile olan ilişkisi benim gibi hasta olmaktan öte geçmeyen veya potansyel hasta alabilecek olan insan yığınlarınının, burada verilmek istenen mesajı alabilmesi mümkün görünmüyor. Zira hasta ile hekim karşılaştırmasının karşılıklı ödevler ve sorumluluklar ya da görevler ve haklar kapsamında aynı düzlemde ele alınması, henüz hastalar veya potansiyel hastalar, yani toplum tarafından kabul edilebilir bir olgu değil. Bunun kabul edilebilmesi için, hasta ve hekim  “sınıflarının” eşit statüde algılanması gerekir. Hâlbuki bütün toplumlarda hekimler hala üst seviyededir hatta kutsal olmayan “insan hekimlerin” çağımızın yeni bir anlayışı olduğu kabul edilmektedir. Bir başka deyimle, bugüne değin yarı tanrı olan hekimler daha yeni insan statüsüne inmeye başlamışlardır. Bu bile, hastalar olarak bizim onları kendimizden görmemizi sağlamaya yetmiyor. Ne yazık ki, doktorlar böyle bir algının mahkûmudurlar. Hekim hakları çerçevesinde kendilerini “acındıran” bir mesaj vermeye kalktıklarında, biz hastalar için antipatik oluyorlar.

Hasta hakları konusunu hekim haklarının içinde boğmak, hakkını arayan biz hastaların kolay kabul edebileceği birşey değildir. Zira hasta hakları konusu çağdaş anlamda 2. Dünya Savaşı sonrası insan haklarının bir cüzü olarak gündeme gelmiştir. İnsan Hakları Beyannamesi’nin arka planına bakarsanız, halkı otoriter yönetimlerden, krallardan, mutlak iktidarlardan korumayı amaçlayan ilkeler bütünlüğü olduğunu görürsünüz. Bunun bir cüzü olan hasta hakları da, aslında hastaları tek yetkili, buyurgan, kararları tartışılmaz, bilge, kutsal ve hatta yarı tanrı olan sağlık profesyönellerinden korumayı amaçlamaktadır. Özelde doktorardan, genelde bütün sağlık profesyönellerinden korunmaya odaklanmış bir hak.

Bu çerçevede eğer bir “hekim hakkından” söz edecek isek, kendi pozisyonuyla aynı düzlemde bulunmayan “hasta hakkına” alternatif veya paralel bir olgudan söz etmemiz doğru olmaz. Bu hususta olsa olsa karşılıklı hak ve ödevlerden, görev ve sorumluluklardan bahsedebiliriz. Hekimleri bir sınıf (toplumun bir katmanı) olarak ele alır ve bunların haklarından söz etmek istersek, bu muhtemelen hekim sınıfına kumanda eden, onlara hükmeden otoriteye karşı hekimleri korumayı amaçlayan ilkeler olacaktır. Bu durumda hekimleri sadece bir meslek grubu olarak değil toplumun diğerleri ile eşit olmayan bir sınıfı olduğunu kabul etmiş olmamız gerekir. Hekimlerle eşit olmayan ve haklarından söz etmediğimiz diğerlerini, yani öğretmenleri, polisleri, subayları, şoförleri, mühendisleri, işçileri, hemşireleri vs. nerede konumlandıracağız? Bunların da ezildiğini kabul ediyor ve otoriteye karşı korunacak haklarından söz ediyorsak, o zaman da meslek gruplarından değil belki bir “çalışan sınıfından” bahsediyoruz demektir. Bu da diğer meslekler içinde hekimlere ayrı bir “ezilmişlik” ayrıcalığı bahşetmez. Durumu sınıf toplumu teorileri çerçevesinde ele almış oluruz. Artık yeni şeyler söylememiz lazım.

Sonuç itibariyle, hakları birbirine karıştırmayalım. Ne diyordum, eğer hasta ben isem anlaşılması gereken de benim. Benden, başkalarını anlama uğraşı vermemi beklemeyin sakın. Hastayım, haklıyım. Hasta hakkımı istiyorum. Bu talebimden beni vazgeçirebilmenin tek yolu, beni yeterince korumanız ve hasta etmemenizdir.

Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.

Eylül-Ekim-Kasım 2010 tarihli SD 16’ıncı sayıda yayımlanmıştır.