“Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim”
İsmet Özel
Amentü’sünde her ne kadar hayatın kaim olduğu nesneleri “su, ateş, toprak ve rüzgâr” olarak saysa da İsmet Özel, ilkçağlardan itibaren pek çok medeniyette varlıkların tabii nesneleri değişik ama benzer şekillerde tanımlanmıştır. En yaygın kullanılan ve “dört unsur” ya da “anâsır-ı erbaa” (çâr anâsır, four elements) olarak adlandırılan tabiatın ve dolayısıyla da insanın da temeli olan maddelerin “ateş, hava, su, toprak” şeklindeki sınıflandırılması eski Greklerden İslam dünyasına da geçmiş ve asırlarca aynı şekilde benimsenmiştir.
Bizim Yunus da Risâletü’n-Nushiyye adlı eserinin başında Allah’ı “Padişah” olarak sembolleştirerek, Hz. Adem’in yaratılışını “od (ateş), su, toprak ve yil (yel/rüzgar)” şeklinde belirttiği anâsır-ı erbaa çerçevesinde anlatır:
“Padşahun hikmeti gör neyledi
Od u su toprağ u yile söyledi
Bismillah diyüb getürdi toprağı
Ol arada hazır oldı ol dağı
Toprağıla suyu bünyad eyledi
Ana adem demeği ad eyledi
Yil gelüp ardunca debitdi anı
Andan oldı cism-i dem bil bunı
Od dahı geldi vu kızdurdı anı
Çünki kızdı cisme ulaşdı canı
Surete can girmeğe ferman olur
Padşah emri ana derman olur”
Yine 1625 yılında vefat ederek Cerrahpaşa Tıp Fakültesi alanı içindeki Şah Sultan Mescidi haziresindeki kabrinde medfun olan Bayramî-Melâmî mutasavvıf ve şair Lâmekânî Hüseyin Efendi de “Su, toprak ve yel, od, çâr anâsır / Bu hôd suretdir, pes insân nedir”derken Yunus’la aynı tabirleri kullanmaktadır.
Niyazî-i Mısrî de Ali Şirügânî Dede’nin Hicaz makamında bestelediği şekliyle hayli beğenilen “Ey garip bülbül diyarın kandedir?” şeklinde başlayan meşhur ilahisinde;
Gökte uçarken yere indirdiler
Çâr anâsır bendlerine vurdular
Nûr iken adın Niyâzî koydular
Şol ezel ki itibarın kandedir?
diyerek evvelce ruhlar aleminde hür iken bedene girmekle “çâr anâsır” yani dört unsura hapsedildiğinden, ruh halindeyken bir nur olarak gördüğü itibarı Niyazi adında bir insan şekline gelmekle kaybetmiş olmaktan yakınmaktadır.
Anâsır-ı Erbaa
Dört unsurun tarihçesine kısaca bir göz atacak olursak bu kavramları sistematik hale getiren M.Ö. VI. yüzyılda yaşayan ve daha çok sayılarla ilgili teorileriyle bilinen Pisagor (Phythagoras) olmuştur. Ona göre doğaya dört ana yön (kuzey, güney, doğu, batı), dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ve bunların dört fiziksel özellik (sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk) gibi dörtlü ritim hâkimdir. M.Ö. V. yüzyılda Sicilyalı Empedocles bu görüşlerden etkilenerek evrenin ateş (kuru-sıcak), hava (yaş-sıcak), su (soğuk-yaş), toprak (soğuk-kuru) şeklinde esas ve tali derecede birbirine zıt dört temel öğeden oluştuğunu öne sürmüştür (makrokozmoz). Ondan bir asır sonra gelen Aristo (Aristotales) ise bu unsurların birbirine dönüşebileceği fikrini geliştirmiştir.
Eski Mısır ve Çin tıbbında da yer alan vücut sıvılarının dengesizliğinin hastalık sebebi olduğu düşüncesi ile Empedokles’in fikirlerinden esinlenen Hipokrat (Hippocrates) bu düşünceyi insan bedenine uyarlamış ve böylece “humoral patoloji teorisi” ortaya çıkmıştır. Galen (Galenos) ise bu teoriyi takip ederek hastalıkların meydana gelişinde dış tesirlerin de etkili olabileceği fikrini ileri sürmüştür. Daha sonra İslam dünyasında da kabul gören ve İbn-i Sînâ (980-1037)’nın el-Kânûn fi’t-Tıbb adlı eserinde duygusal ve zihinsel durumlarla tavır ve rüyaların da eklenerek genişletilmesi ile zirveye taşınan ve yaklaşık iki bin yıl boyunca hem Batı hem de İslam tıbbının temelini oluşturan bu teoriye göre insan bedeni de dört unsurdan müteşekkil bir yapıdır (mikrokozmoz) ve bu dört unsurla ilişkili olarak vücutta “ahlât-ı erbaa” (four humors) diye anılan “dört sıvı” vardır ki bu sıvıların dengede olmasıyla sağlık, bozulmasıyla da hastalık ortaya çıkmaktadır.
Ahlât-ı Erbaa
Ahlât, Arapça sıvı anlamına gelen “hılt”ın çoğulu olup, vücudun dört temel sıvısı anlamına kullanılan “ahlât-ı erbaa”; Kan (dem, haima, blood), Sarı safra (safra, chole, yellow bile), Kara safra (sevdâ, melan chole, black bile) ve Balgam (phlegma, phlegm)’dır. (Bu isimlendirmelerin bazıları zamanında günümüzdeki anlamından farklı kullanılmış olup o günkü karşılıklarını tam olarak bilememekteyiz. Örneğin bugün akciğerlerde oluşan ifrazat için kullandığımız “balgam”ın yeri bazı eserlerde akciğerler olarak gösterilebilmekle birlikte eski tıpta daha yaygın şekilde “beyin” olarak gösterildiği ve rengi de beyaz olarak tanımlandığından beyin-omurilik sıvısına daha uymaktadır. E. Kâhya’nın günümüz Türkçesine çevirdiği İbn-i Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-Tıbb’ında balgam için “Galen’e göre normal tatlı balgam içeren hiçbir yer yoktur. Bunun sebebi onun bir hayli kana benzemesidir ve vücudun hemen her organı için gerekmesidir. Böylece o daima kanın içinde taşınır.” ifadelerinin yer alması ve normal balgamın dışında 8 çeşit anormal balgamın varlığından bahsedilmesi bu çelişkilerin gerekçesini ortaya koymaktadır. Yine benzer şekilde “kara safra” denilen şeyin lenf sıvısı olabileceği düşünülmekteyse de bazıları ise lenfin kara safra değil balgam olabileceğini ileri sürmektedir. Bu konuda da tam bir fikir birliği yoktur.)
Dört sıvı, dört unsurla ve bunların sıcak (hâr), soğuk (bârid), yaş (râtıb) ve kuru (yâbis) şeklinde dört özelliğiyle ilişkilendirilmektedir: Kan, yaş-sıcak olan hava ile; sarı safra, kuru-sıcak olan ateş ile; sevdâ (kara safra) soğuk-kuru olan toprak ile ve balgam ise soğuk-yaş olan su ile ilişkilendirilir. Mevsimlerin, zaman dilimlerinin ve yaş dönemlerinin de vücuttaki dört sıvı üzerinde tesirleri olduğu düşünülür. Buna göre ilkbahar, sabah ve çocukluk kanı; yaz, öğle ve gençlik safrayı; sonbahar, ikindi ve erişkinlik sevdâyı; kış, akşam ve ihtiyarlık ta balgamı harekete geçirir.
Ahlâtın oluşumu
Eski kitaplarda anlatıldığı haliyle ahlâtın oluşumu şu şekilde gerçekleşmektedir: Ahlât-ı erbaa teorisine göre hayatın devamı için yenilen veya içilen gıdaların (ki bunlar da sıcak, soğuk, yaş ve kuru tabiatlıdırlar) vücudun hâzıma (hazmettirici) kuvveti ile önce ağızda sonra da midede pişmesiyle (hazmedilmesiyle) cev-âb (arpa suyu) şekline dönüşür ki buna keymûs (chymus) [Grekçe khumos, Batı dillerinde chyme -Fransızca “şim”, İngilizce “kaym” okunur- Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetnâme’sinde “keşkek suyu gibi akıcı cevher” şeklinde tarif etmektedir.] adı verilir. Mide keymûsu karaciğere, geriye kalanları da atılmak üzere bağırsaklara gönderir. Karaciğere giden keymûs burada kana dönünceye kadar pişer. Bu esnada üstünde biriken köpük safra adını alırken dibe çöken kuru atıklar ise kara safra adını alır. Karaciğerin ısısının tam pişiremediği kısımlar da (ham nesne) balgam olur. Daha sonra damar yoluyla vücuda dağılan bu dört sıvı insan vücudunda her biri ayrı organa ya da organlara yerleşir. Kan kalbe (bazı kaynaklarda akciğer ve ya karaciğere de), safra karaciğere, sevda dalağa (bazı kaynaklarda mideye de) ve balgam ise beyne yerleşir.
Bu sıvılar vücudumuzda bileşik kaplar gibi denge içindedir ve birinin artması veya azalmasıyla vücutta hastalık ortaya çıkar. Ahlât-ı erbaadaki dengesizliği anlamak için hekim hastaya sorular sorar, ayrıca genel muayene ve nabız yoluyla dengesizliğin nerede ve hangi sıvı ya da sıvılarda olduğunu teşhise uğraşır ve buna göre kan aldırma, safra boşaltma ve müshil verme gibi yollarla fazla olan sıvıyı boşaltma ya da eksik sıvıyı artırıcı gıdalar ve ilaçların verilmesi şeklinde tedavi tarzı seçilirdi. Örneğin kanın azalıp artmasından kan hastalıklarının, safranın fazlalığından karaciğer ve böbrek hastalıklarının ortaya çıktığı; balgamın dengesizliğinin ise istiskaya (karında su toplaması) yol açtığı kabul edilmektedir.
Mizaçlar
Ahlât-ı erbaa’nın insanın biyolojik fonksiyonlarını etkilemesinin yanında ahlâkî ve psikolojik fonksiyonlarını da etkilediği, bu sayede insanlarda huy/karakter olarak “dört mizaç” (four temperaments) oluştuğu ve psikolojik rahatsızlıkların da bu sıvıların vücuttaki dengesizliğinden ve özellikle sevdanın (kara safra) fazlalığından ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Bu dört mizaç demevî (sıcakkanlı, sanguine, sanguinous), safravî (öfkeli, choleric, colérique, bilious), sevdavî (karamsar, melancholic, mélancolique) ve balgamî (sakin/tembel, plegmatic, flegmatique) şeklindeki psikolojik tiplemelerdir.
Bu tiplemeler birçok sanat eserine de esin kaynağı olmuş, bu dört karakteri birlikte barındıran tablo ve heykeller yapılmıştır. Tiyatro ve romanlardaki kişiler de bu tiplemelere uygun olarak canlandırılmıştır. Bunun en tipik örneklerini Sheakspeare’in eserlerinde görmekteyiz: The Taming of the Shrew (Hırçın Kız) oyunundaki Katherina (Kate)’nın öfkeli (safravî) bir tip olarak karşımıza çıkması gibi.
Burçların da ahlât-ı erbaa ile ilişkilerinden bahsedilir ki ikizler, boğa ve koç burçları hava ile; başak, aslan ve yengeç burçları ateş ile; terazi, akrep ve yay burçları toprak ile; balık, kova ve oğlak burçları ise su ile ilişkilendirilir.
İslam dünyasında musiki makamlarının da mizaçlar üstündeki tesirleri tecrübe edilmiş ve Şehnâz, Isfahân ve Nevâ makamlarının demevî; Rast, Hicaz ve Büzürk makamlarının safravî; Irak, Bûselik ve Zengûle makamlarının sevdâvî ve Hüseynî, Uşşâk ve Nevrûz makamlarının ise balgamî özelliklerinin olduğu tespit edilmiştir. Bu sayede Türk-İslam tıbbında musiki ile tedavi yaygın bir şekilde kullanılır hale gelmiştir. Bunun en tipik örneklerinden biri Edirne’deki Sultan II. Bayezid Darüşşifası’dır. Batıda içine şeytan girdiği gerekçesiyle akıl hastaları yakıldığı dönemlerde burada akıl hastaları musiki ve su sesi ile tedavi edilmekteydi.
İbn-i Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-Tıbb adlı eserinde zirvesine ulaştırdığı ahlât-ı erbaa (humoral patoloji) teorisinin genel unsurları aşağıdaki çizelgede görülmektedir:
Humoral Patoloji Teorisi Tablosu | ||||
Dört Unsur | Hava | Ateş | Toprak | Su |
Dört Hılt | Kan | Safra | Sevda | Balgam |
Organı | Kalp (Akciğer/Karaciğer) | Karaciğer (Öd) | Dalak (Mide) | Beyin |
Mevsimi | İlkbahar | Yaz | Sonbahar | Kış |
Yaş dönemi | Çocukluk | Gençlik | Erişkinlik | İhtiyarlık |
Fiziki özelliği | Nemli-Sıcak | Kuru-Sıcak | Kuru-Soğuk | Nemli-Soğuk |
Rengi | Kırmızı | Sarı | Siyah | Beyaz |
Tadı | Tatlı | Acı | Ekşi | Tuzlu |
Zamanı | Sabah | Öğle | İkindi | Akşam |
Karakteri | Sıcakkanlı | Öfkeli | İçine kapanık | Soğukkanlı |
Burcu | İkizler-Boğa-Koç | Başak-Aslan-Yengeç | Terazi-Akrep-Yay | Balık-Kova-Oğlak |
Musiki makamı | Şehnâz-Isfahân- Nevâ | Rast-Hicaz-Büzürk | Irak-Bûselik-Zengûle | Hüseynî-Uşşâk-Nevrûz |
Tedavisi | Kuru, Soğuk İlaçlar | Nemli, Soğuk ilaçlar | Nemli, Sıcak ilaçlar | Kuru, Sıcak İlaçlar |
Fuzûlî bir hekim midir?
Türk Edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biri olan Fuzûlî’nin, Farsça kaleme aldığı ve kaynaklarda “Hüsn ü Aşk” veya “Ruhnâme” gibi farklı isimlerle de tanınmakla birlikte yaygın olarak “Sıhhat u Maraz” (sağlık ve hastalık) adıyla bilinen eseri, insanın varlık âleminde kendi varlığını anlama ve kendini konumlandırmasını konu edinen önemli eserlerden biridir.
Fuzûlî, tıp bilimine ve varlık felsefesine dair bilgilerini içeren ve tıbbı sıhhat, hastalık ve tedavi diye üç bölümde ele aldığı bu Sıhhat u Maraz adlı eserinde zamanın tıp bilgilerini gereğince kavramış bir hekim kimliği ile görünmektedir. Öyle ise şu soruya cevap bulmamız gerekiyor: Fuzûlî bir hekim midir? Aslında eskiden bilimin bu kadar dallanıp budaklanmadığı dönemlerde medreselerde hem fen bilimleri, hem sosyal bilimler, hem de dinî ilimler okutulmaktaydı. Bu yüzden o dönemlerin münevver/entelektüellerinin tüm bu bilgilerden haberdar olmaları gerekmekteydi. Bizim bu gün Hezarfen Ahmet Çelebi’ye ait bir isimmiş gibi bildiğimiz “bin ilim/bin ilim sahibi” anlamına gelen “hezarfen” kelimesi, o dönemin birçok âlimine uygun görülen ve kişinin birçok ilimde söz sahibi olduğunu gösteren bir unvandı.
Şair Nâbî’ye göre öğrenilmesi farz (mutlak zorunlu) olan iki ilim vardır; biri din ilimleri, ötekisi tıptır. Eski tıp kitaplarının birçoğunun mukaddime (giriş) kısmında yer alan ve “el ‘ilm-ü ‘ilmân, ‘ilm-i ebdân, ‘ilm-i edyân” şeklinde Arapça bir sözü (Bazı kaynaklar hadis olduğunu söylese de hadis olmadığı bilgisi daha doğrudur. Sözün son bölümü bazı kaynaklarda “sümme ‘ilm-i edyân” şeklinde yer almaktadır.) aslıyla kaydettikten sonra aktardıkları şu cümleler Nâbî’nin bu kanaatinin gerekçesine açıklık getirecektir sanıyorum: “İlim iki türlüdür, birisi beden ilmi, diğeri din ilmi. Ama beden ilmi önce anıldı, çünkü bir kişi hasta olsa, aklı bağlanmış ve gönlü kırık olup, bedeni zayıf ve gevşek olur, din ilmini tahsil edemez. Öyle olunca beden ilmini önce bilip öğrenmek gerekir.”
Tıp ilmi aslında o dönemlerde bugünkü anlamından farklı bir anlam taşımaktaydı. Hikmet kökünden gelen hekimlik ile yine aynı kökten gelen filozofluk birbiriyle yakından ilişkili ilimler şeklinde idi. Bu yüzden hekimliğin felsefi boyutuyla meşgul olanlara “hekim” denirken tıp mesleğinin sadece pratiğini icra edenlere ise “tabib” (çoğulu etıbbâ) denilmiştir. Örneğin İbn-i Arâbî, Füsûsu’l-Hikem’inde ahlât-ı erbaadan bahsederken şöyle demektedir:
“Hakîm-i mutlak hazretleri âlem-i kesâfet olan dünyâyı ve onda olan eşyâyı dört rükünden halk eyledi ki, bunlar da havâ, nâr, toprak ve sudur. Ve bunlardan her birinin birer tabiat-ı asliyyesi vardır ki, havânınki bârid, nârınki hâr, toprağınki yâbis ve suyunki râtıbdır. Bu dört rükünden her birinin beden-i insânîde birer meskeni vardır ki, onlar da balgam, safrâ, sevdâ ve demdir. Etıbbâ bunlara “ahlât-ı erbaa” tesmiye ederler.” Devamında ise ahlât-ı erbaanın hususiyetlerinden, bunların vücuttaki etkilerinden, mevsimlerin ahlât ve vücut üzerindeki olumlu ya da olumsuz tesirlerinden bahsetmektedir.
Eski dönemlerdeki ilim ve sanat erbabının tıp bilgilerine de sahip olmasının gerekliliğini izah etmek için Namık Kemal’in bir edebiyat meclisinde ahlât-ı erbaa hakkında yaptığı bir münakaşayı aktaran bir müellifin şu cümleleri bize yardımcı olabilir: “O devirlerde ahlât-ı erbaayı bilmeden şairlik iddialarında bulunmak düşünülemezdi.”
Merak edenler için olayın devamını yine aynı müellifin aktarımıyla verelim: “O sırada devrin müteşâirânından (şair olmadığı halde şairmiş gibi geçinenlerinden) Diyarbakırlı Deli Nâim,
– Kemal Bey, Kemal Bey! diye sanki kendisinin de bu hususta önemli bir fikri varmış gibi ateşli ateşli bağırıp Namık Kemal’i susturur. Mecliste gözler ona çevrilmiş ve münâkaşa yeni bir hal alacak diye herkes pür-dikkat beklemeye başlamıştır. O sırada Nâim Efendi’nin gayet yumuşak bir sesle,
– Kuzum, ahlât-ı erbaa ne demektir? diye sorması üzerine Namık Kemal, bir şairden bu cehâlet ve densizliği görünce, hiddetle bağırmış;
– Dört kere halt etmektir!”
B. Kemikli, Divan Edebiyatı’nın tarihsel birikimi tıp açısından tahlil edildiğinde, şairlerin tabâbeti bilen ve hâkimliği meslek olarak icra eden şairler ile tababet konusunda uzmanlaşmamış olmakla beraber, okudukları kitaplardan ve şair-hakîm (hekim)lerin eserlerinden yararlanarak eserlerinde tıbba ilişkin değerlendirmeler yapan ve mazmunlar kullanan şairler olarak iki sınıfa ayrıldığı ve Divan şairlerinin kahır ekseriyetini ikinci grup içerisinde ele alınmasının mümkün olduğunu belirterek Fuzûlî’nin, tabâbet mesleğine müntesip olmamakla birlikte, gerek Türkçe Divanı’ndaki sıhhatle ilgili mazmunları kullanmasındaki mahareti ve gerekse Farsça kaleme aldığı Sıhhat u Maraz isimli mesnevîsinde geleneksel tıbba dair yaptığı değerlendirmeleriyle dikkati çektiğine vurgu yapar.
Peki, Fuzûlî’nin tıp bilgileri o zamanın geçerli bilgileriyle ne kadar uyumludur? Yukarıda ayrıntılı olarak verdiğimiz Humoral Patoloji Teorisi Tablosu ile Fuzûlî’nin verdiği bilgiler tıpatıp uyuşmamaktadır. Bu hususta yaptığı yorumda M. Eliaçık; “Tıpla daha ziyade teorik düzeyde ilgilendiği belli olan Fuzûlî’nin tıp bilgilerinin, tıbbın bizzat içinde olan bir tabiple birebir aynı olmayacağı ve edebî, alegorik yönler içereceği tabiîdir. Nitekim bir aşk hikâyesinin anlatıldığı Sıhhat u Maraz’da tıp terim ve bilgileri kullanılarak alegorik bir anlatım sergilenmiş, bazı pratikler farklı anlaşılabilecek şekilde verilmiştir.” diyerek Fuzûlî’nin konuya gereğince vâkıf olduğunu kabul etmekle ve hatta “Bunlar, ahlât-ı erbaa teorisinin tüm yönleri ve özellikleriyle bilinmesini gerektirmektedir. Şüphesiz ki Fuzûlî her şeyi yerli yerinde kullanabilecek kadar tıp bilgisi ve donanımına sahiptir.” demekle beraber, hıltların vücutta bulundukları yerler konusunda bazı farklılıklar bulunmasını, tadın türünü belirlemede ya da tedavide musikî aletlerinin ilintilendiği hıltlarla ilgili müphemiyetler olmasını Fuzûlî’nin pratik hekimlik yapmamasına bağlarsa da kanaatimizce farklılığın gerekçesi aslında farklı ekollere mensubiyetle alakalı da olabilir.
Fuzûlî, bu makalemize konu ettiğimiz Sıhhat u Maraz’ında ahlât-ı erbaayı edebî bir hikâye ile özetle şöyle anlatmaktadır: “Ruh, Beden’e âşık olup evlenmiş ve Sıhhat adlı bir çocukları olmuştur. Eşi Beden ve oğlu Sıhhat’i yanına alıp memleketi teftişe çıkan Ruh, işlerini Ümîd, Korku, Mahabbet, Adavet, Ferah ve Gam adlı altı memurun yaptığı Gönül şehrine gelmiş, çok beğendiği Ümîd, Ferah ve Mahabbeti yanına alıp sevmediği Adavet, Korku ve Gamı ise kovmuş, onlar da oradan kinle ayrılmışlardır. Ruh, Kan, Safrâ, Sevdâ ve Balgamı meclisine çağırıp Sevdâ’yı başa, Safrâ’yı öde, Kan’ı karaciğere, Balgam’ı da akciğere oturtmuş, ancak daha sonra bu hıltlar sürekli şarap içip böbürlendiklerinden ruhun hatırı bozularak onları azarlamıştır. Gönül şehrinden sürülen Adavet, Korku ve Gam ise bu fırsatı değerlendirip Sıhhat’in saltanatını yıkmaya and içmişler ve Gönül şehrini kuşatmışlardır. Bunun üzerine Ruh’a yardıma çağrılan dostları Hüsn, Aşk ve Akl, Ahlâk’ı da yanlarına alarak düşmanları bozguna uğratırlar. Sadece Adavet kaçar ve Maraz’dan yardım ister. Maraz ise Gıda’nın Beden diyarına gizlice girmesini öğütler. Beden’e giren Gıda doğruca Sevdâ’ya yönelir ve Sevdâ’yı kuvvetlendirerek Beden’i sarsar. Akl’ın derhal devreye girmesiyle Perhiz’le beş duyunun kapıları korunmaya çalışılırken hıltlar da Sıhhat’e yardımcı olurlar. Ancak Ruh, Hüsn’ün güzelliğine tutulup Âşıklık diyarına giderek orada gaflete daldığından geriye döndüğünde Gönül şehrinin viran ve Duyu askerlerinin perişan olduğunu, hıltların bozulmasıyla Sıhhat’in de bozulduğunu görerek Aşk’a sitem eder. Aşk da aslında kendini bilmen için seni buralarda dolaştırdım der ve Ruh böylece kendisini keşfetmiş olur.”
Şimdi aslında daha uzun olan hikâyeyi H. Ayan’ın orijinalinin tercümesinden sadeleştirerek kısalttığı şekliyle verelim:
Sıhhat u Maraz
Fuzûlî
Ceberût âleminde doğup lâhût âlemini yer edinmiş olan Rûh adlı temiz yaradılışlı kişi bir gün dolaşmak arzusuyla nâsût (insanlık) âlemine ayak bastığında yedi iklimin yedi endamından ibaret olduğu Beden adlı bir diyar görür. Bu nâsût ülkesinin padişahlığı, birbirine benzemeyen, fakat uyumlu olan Kan, Safrâ, Balgam, Sevdâ adlı dört kardeşe verilmiştir. Bunların birbirlerini sevmedeki adı erkân, benzemezlikteki adı da azdâddır. Birbirlerine karışmalarıyla vücûda sebep olduklarından ahlât-ı erbaa meydana gelmiştir. Bu dört işbilir kardeşin çalışmalarıyla beden ülkesinde akan acı, ekşi, tatlı, tuzlu dört nehir sayesinde Beden mülkü mâmur olmuştur. Bu dört nehrin kuruluk, yaşlık, sıcaklık, soğukluk adlı dört tabiatı Mizac adlı kızın idaresine verilmiştir. Rûh, Beden diyarını görünce çok beğenerek Mizaca gönül verir. Rûh ile Beden’in evlenmelerinden Sıhhat adlı çocuk doğar. Rûh, eşi Mizâc’ı ve oğlu Sıhhat’i yanına alıp memleketi teftişe çıkar. İlk uğrak yeri, on mahallesi ve işlerine bakan kulak, göz, burun, damak, dokunma, ortam duyu, hayal, kullanma, vehim, bellek adlı on memuru bulunan Dimağ kalesi olup burada işlerin iyi gittiğini görünce aferinler ederek Ciğer şehrine geçer. Hizmetlerini gâdiye, nâmiye, müvellide, musavvire, câzibe, mâsike, hâzıma, dâfia adlı sekiz memurun yaptığı Ciğer şehrinin teftişinden sonra Gönül şehrine geçer. İşlerini ümid, korku, mahabbet, adâvet, ferah ve gam adlı altı memurun yaptığı Gönül şehrini çok beğenerek bunlardan çok sevdiği Ümîd, Ferah ve Mahabbeti yanına çağırıp, sevmediği Adâvet, Korku ve Gamı ise yanından kovar. Bu üç bozguncu da Rûh ve ailesinin yanından büyük bir kinle giderler. Rûh ise yeyip içip, çalıp söyleyip Beden ülkesinde eğlenir, oraların sanatkârları olan Sevdâyı dalağa, Kanı karaciğere, Balgamı akciğere, Safrâyı öde oturtur. Sürekli şarap içmekten hıltların başı kızışıp böbürlenmeye başlayınca Rûh’un hatırı bozulup onları azarlar. Gönül şehrinden sürülen Adâvet, Korku ve Gam toplanıp kovulmalarına sebep gördükleri Sıhhatin saltanatına son vermeye and içerler. Adâvet, yandaşları olan yalan, kin ve hasede; Korku, yandaşları olan şaşkınlık, dehşet ve sıkıntıya; Gam da, mihnet, mahrumiyet ve hasrete haber gönderip yardım ister. Bu üç bozguncu adamlarıyla Gönül şehrinin kapısına dayanıp mahalleyi ayağa kaldırırlar. Gam etrafı kuşatınca Rûh, Gönül şehrinin kapılarını sıkıca kapatıp Allah’a tevekkül ederek korunmaya çalışır. Rûh’un dostları toplanıp tedbir düşünürler ve Ferah Hüsn adlı, Mahabbet Aşk adlı, Ümid ise Akl adlı bir dostu olduğunu söyleyerek yardım için onları çağırmayı teklif ederler. Rûh, Sıhhatle kalarak Gönül şehrinin kapılarını gizlice açıp Ferah, Mahabbet ve Ümidin ellerine özel mektuplar vererek belirttikleri yönlere gönderir. Ferah, Hüsne, Mahabbet Aşka, Ümîd de Akla giderek yardım ister. İlk ikisi gelmezse de Akl gelir ve Ahlâkı toplayarak Gönül şehrini saran Gam askerlerini yenip Beden ülkesini kurtarır. Havf ve Gam yakalansa da Adâvet kaçıp gizlenir, fitneler çıkarmaya karar verir, Rûh ile Sıhhatin düşmanlarından Maraz ile bir yolunu bulup tanışır. Maraz, Adâveti teselli ederek “Sen bu işi bana bırak, ten diyarına çekilenlerden en heveslisinin adını ver, bu bana yeter” der ve ondan Gıdâ cevabını alınca da işe koyulur. Gıdâdan, Rûhun memurları haberdar olmadan gizlice Beden diyarına sokulmasını ister. Bir yolunu bulup Gıda vasıtasıyla Beden diyarına girip Sevdâ’nın dairesine ulaşır. Sevdâ, Maraz’la öbür hıltlara üstün gelince Sıhhat, Maraz’ın baş ağrısıyla Beden diyarını sarstığını öğrenip azıtan Sevdâ’yı Rûh’a arzedince durum Akl’a bildirilir ve Akl, Perhîz’i hazırlayıp Beş Duyu kapılarına dikerek Tatma’yı zeytin vb.den, Kulağı kanun sesinden, Göz’ü anberden, Koklama’yı kâfûrdan korumasını emreder. Akl, Sevdâ’yı bu tedbirle altedip bir yandan da Kan’ı terbiye ile uğraşır. Maraz, Sevdâ’nın zayıflayıp Kan’ın kaynadığını görünce ona koşarak bozgunculuk yapınca Sıhhat sıtmanın öncülüğünde zararın oluştuğunu anlayarak Akl’ın tedbiriyle Perhîz Tatma’yı içki vb.den, Göz’ü: doygun gülden, Koklama’yı taze sebzelerden, Kulağı neşe veren uddan korur. Böylece Kan’da takat kalmayınca Maraz, Balgam’ın hizmetine koşar ve Balgam istiskâ ile taşkınlığa girişir. Sıhhat, Akl’a başvurup onun tedbiriyle Perhiz, Tatma’yı ham şarap vb.den, Kulağı üç telli tanburdan, Gözü inci görmekten ve Koklama’yı nilüfer kokusundan koruyarak Balgam altolunca Maraz, Safra’nın hizmetine koşup kötülük için yardım ister. Safra söz verip hemen işe girişerek Sarılık’ı Maraz askerlerine başbuğ yapınca Sıhhat yine Akl’dan yardım isteyip onun tedbiriyle Perhiz, Tatma’yı şekerden, Kulağı kemençeden, Göz’ü saf altından, Koklama’yı taze gülden koruyarak Safra’ya üstün gelip böylece Maraz, Beden ülkesinden kaçsa da çocuğu Zaaf’ın yardım ve kışkırtmasıyla bundan vazgeçer. Rûh’tan incinen hıltlar bu fırsatı kaçırmayıp Maraz’la birleşerek topluca Sıhhat’in üzerine hücum etmeye hazırlanırlar. Akl bu kez Havf ve Gam’a sahip çıkarak bir köşeye çekilir ve çaresiz kalan Sıhhat tek başına Maraz’ın karşısına dikilir ve bunu öğrenen Sıhhat’in anası Mizâc’ın hıltlarla geçmişte dostluğu olduğundan onlara vefasızlık etmemelerini söylemesi üzerine onlar utanıp Sıhhat’la elele verince Maraz kaçıp oğlu Zaaf kalır. Rûh şükrederek Akl’ı çağırıp gönlünü aldıktan sonra tedbirleri tamamlamasını ister. Akl, Beden mülkünde Gıdâ’nın yardımıyla Zaaf’ın tekrar güçlenmemesi için Perhiz’in Duyu kapılarında Beden’i koruması gerektiğini söyler. Rûh, yüce mertebelere ulaşır ve eski dostları onunla ülfet edemediğinden yalnız vakit geçirir. Daha önce Hüsn’e gönderilip utancından geri dönmeyerek Hüsn’ün yanında kalan Ferah, Hüsn’le birlikte Beden diyarına gelirler. Hüsn, Beden diyarını beğenip kısa sürede Rûh’a nüfuz eder ve Rûh güzelken daha da güzel olur. Tam bu sırada Aşk’ın yanından ayrılıp Rûh’a gelen Mahabbet, Rûh’u bu güzellikte görünce hemen Aşk’a dönüp durumu anlatır. Aşk da Hüsn’ün çekiciliğiyle Beden diyarına ulaşıp Rûh’a boyun eğerek emrine girer ve Hüsn’ün Rûh’u iyice istilâ ettiğini görünce hemen Rûh’u överek o da ona nüfuz eder. Rûh, Aşk’tan Hüsn’ü kendisine anlatmasını isteyince Aşk onun halâ gafil ve Hüsn ile tanışma denizine ulaşamadığını anlayıp ona Hüsn’ün makamının nasipsizlik olduğunu, onunla karşılaşmak için kişinin kendisinden ayrılması gerektiğini söyleyince Rûh ona bu söylediğinin tamamen yalan olduğu cevabını verir ve Aşk, Rûh’a isterse Hüsn’ü huzuruna getireceğini söyleyince Rûh heyecanla bunu ister. Aşk hakiki Saf Aynayı Rûh’un eline verip onu müşahede etmesini ister. Kendinden geçmiş olan Rûh ayna üzerindeki aksini başka şey zannedip aynadan ayrılamaz. Aşk ondan bu suretin düşmanların eline geçmemesi için bu levhi emaneten İdrâk’in hazinedarına vermesini ister. Ruh aynayı her an müşahede etmek istediğinden buna razı olmasa da Hüsn’ün şeklini Hayâl’e resmettirdikten sonra aynayı mühürleyip hazinedara teslim eder. Rûh, bir süre Hayâl’in suretini müşahedeyle yetinirse de aslındaki huzuru bulamadığından Aşk’tan kendisini Hüsn’ün vuslatına sırdaş etmesini ister. Birlikte yola çıkıp Maşukluk Çölü’ne girerler ve birçok gariplik ve acayiplik içinde sırayla “Nazlı Ayak Ayası, Gönül Dinlendiren İncik, Kıldan İnce Bel, Karın Kıvrımı Nehri ve ortasındaki Göbek, Sîne Sahrası, Bilek adlı iki itibarlı şehir, Çene Altı Konağı, Çene Çukuru adlı dipsiz kuyu, can besleyen Dudak, Dişler, Yanak Bahçesi, Kulak Tozu, Büyüleyici Göz, Kaş Kemeri, Alın sahrası, karanlık Kâkül diyarı ve Boy Mumu”nu seyrederler, Rûh müteessir olup Aşk’a çıkışarak beni oyalayıp dolaştırıp durdun, hala Hüsn’ün göründüğü yere varamadık deyince Aşk “Ey olup bitenden gafil ve nasipsiz, senin dolaştığın mevkilerin hepsi Hüsn’ün dinlenme yerleriydi. Senin görme yeteneğin olmadığından Hüsn’ün ne olduğunu anlayamadın. Eğer Hüsn’ü gerçekten bulmayı istiyorsan gözlerine Tanıma Sürmesi çekmelisin. Ama onun madeni sadece âşıklık ülkesinde bulunduğundan o mülkün etrafında dolaşmalısın” der ve böylece sevgilinin ülkesinden Aşıklık Diyârına giderler ve sırayla “Melâlet Bostanı, Tutkunluk Belâsı Şehri, Acz Çölü, Hayret, Hırmân, Ümitsizlik”e uğrayarak sonunda tekrar Beden diyarına gelirler. Rûh, Gönül şehrinin viran, Duyu askerlerinin perişan olduğunu, Sevdâ’nın ateşle yakılıp Ciğer’in dimağının yandığını, Kan’ın gözyaşıyla karıştığını, Safrâ’nın sarardığını, Balgam’ın sertleşip üşüdüğünü, beden direklerinin bozulup tabiatın dağıldığını, Zaaf’ın güçlendiğini, Sıhhat’in de sarsıldığını görür. Rûh bu durumu görerek Aşk’a sitem edip “ben mülkümde mutlu bir hükümdarken beni kandırıp Maşukluk ve Aşıklık diyarlarında dolaştırıp durdun ve ülkemi bu hale getirdin” deyince Aşk, Rûh’a “bu durum senin beceriksizliğindendir, İdrâk’in hazinedarına verdiğin Safâ aynasına bir bak” diye karşılık verince Rûh aynaya bakar ve kendisini çok zayıf ve güçsüz birisi olarak görüp bunun sebebini Aşk’tan sorunca o: “Ey Rûh, bu elindeki Safâ aynasının yüzü, görüntüde kalanlar yansımadır. Önceki ve şimdiki gördüğün suret hep Sen’sin. İlkinde Sen, Sen’den gafil olduğundan zatını araştırmak için Aşıklık ve Maşukluk vadilerini dolaşıp kendine ulaştın. Aşıklığın göründüğü yer ve Maşukluğa süs veren senden başkası değildi. Ancak, bu kavrayış Tanıma Sürmesine bağlıdır. Sürme, Rûh’un gözünü açtı ve bundan sonra aynanın aracılığına gerek kalmayıp Rûh, suret ve manada ihtiyaçsız Cebrail ile beraber halvete çekildi. Akl’dan yardım istemekten kurtulmuş, Duyulardan ve Tabiattan ilgisini kesmiş olarak ne Hüsn’den naz gördü, ne Aşk’tan yalvarma işitti. Rûh bu makamda asıl menziline ulaşmış olup kendini kendine getirdi. Maşukluk ve Aşıklık bu halvetten dışarıda kaldı.
Kaynaklar
“Anasır-ı Erbaa ve Şiirimizdeki Yeri”, Yağmur Dergisi, S.8, 2000. Elektronik versiyona erişim tarihi: 21/08/2014
Ahmet İçli, “Ruh’un Kendine Yolculuğu: Arketipsel Sembolizm Bağlamında Sıhhat ü Maraz Üzerinde Bir İnceleme”, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, C:8/13, 2013, s.1017-1030,
Ali Haydar Bayat, Abdülvehhâb bin Yusuf ibn-i Ahmed el-Mârdânî, Kitâbu’l-Müntehâb fî’t-Tıb (823/1420) İnceleme-Metin-Dizin-Sadeleştirme-Tıpkıbasım, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği Yayınları, İstanbul 2005.
Ali Haydar Bayat, Tıp Tarihi, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği Yayınları, İstanbul 2010.
Ayşegül Demirhan Erdemir, “Ahlât-ı Erbaa maddesi”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.2, s.24, İstanbul 1989.
Bilal Kemikli, “Divan Şiirinde Hastalık ve Tedavi”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C:16, S:1, 2007, s.19-36.
Bilal Kemikli, “Divan Şiirinde Sağlık”, Osmanlılarda Sağlık I, Editörler: Coşkun Yılmaz-Necdet Yılmaz, Biofarma Yay. s.299-319, İstanbul 2006.
Ekrem Kadri Unat, Ekmeleddin İhsanoğlu, Suat Vural, Osmanlıca Tıp Terimleri Sözlüğü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004.
Emine Atabek-Şefik Görkey, Başlangıcından Rönesansa Kadar Tıp Tarihi, İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fak. Yay., İstanbul 1998.
Fuzûlî, Rind ile Zahid-Sıhhat ile Maraz, çev: Hüseyin Ayan, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2012.
http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/anasir-i-erbaa-ve-siirimizdeki-yeri. (Erişim tarihi: 25.08.2014)
Hüseyin Ayan, “Sıhhat ü Maraz (Sağlık ile Hastalık) veya Hüsn ü Aşk(Güzellik ile Aşk)”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, Konya 1994, ss.3-12.
İbn-i Sînâ, “el-Kânûn fi’t-Tıbb, 1. Kitap”, Çev: Esin Kâhya, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1995.
İsmet Özel, Erbain – Kırk Yılın Şiirleri, Şule Yayınları, İstanbul 1999.
Muhittin Eliaçık, “Sıhhat u Maraz’da Ahlât-ı Erbaanın İşlenişi”, Mukaddime, S.1; 2010, 125-141.
Muhittin Eliaçık, Fuzûlî’nin Sıhhat u Maraz’ında Ahlât-ı Erbaanın İşlenişi ve Bir Tıp Eseri Terceme-i Hulâsa-i Tıb ile Mukayesesi, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.27; Konya 2010, 131-147.
Slobodan İliç, “Lâmekânî Hüseyin Efendi maddesi”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.27, s.94-95, İstanbul 2003.
Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için tıklayınız.