Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, elinizde tuttuğunuz 40.sayısı ile 10.yılını doldurmuş oldu. 2006 yılı Aralık ayında ilk sayınını yayımlayan SD’nin yeni sayısında, dergiye emek veren isimlerden birkaçı ile SD’nin serüvenini konuştuk. SD’nin Genel Yayın Yönetmenliğini fahri olarak 10 yıldır üstlenen Prof. Dr. Sabahattin Aydın ile Yayın Kurulu Üyelerinden Prof. Dr. Fahri Ovalı ve Yrd. Doç. Dr. Mahmut Tokaç’a, 8,5 yılına Yayın Koordinatörü olarak tanık olduğum SD’nin dününü, bugününü ve yarınını sordum.
İzniniz olursa öncelikle 2000’li yılların başına, hatta öncesine gitmek; SD’ye hayat veren atmosferi sizlerden biraz dinlemek istiyorum. Öncelikle şunu sormak isterim: Buradaki 3 hocamız birbirleri ile nereden tanışıyorlar, yolları nerede kesişti?
Sabahattin Aydın (SA): Bu soruya ben cevap vereyim. Arkadaşlar olarak bizlerin yollarının kesişmesi SD ile bağlantılı değil. Üçümüz de aynı yıl üniversiteden mezunuz. Fahri Bey ile biz ortaokul ve lise yıllarından beraberiz. Mahmut Bey ile fakültelerimiz ayrı olsa bile üniversite yıllarından arkadaşız.
Mezuniyet hangi seneler?
SA: 1985. Dolayısıyla bu birlikteliğimizi SD ile doğrudan ilişkilendirmek mümkün değil ama birlikteliğin SD’nin doğuşundaki kaynaklardan biri olduğunu söyleyebiliriz.
Fahri Ovalı (FO): Yol arkadaşlığı çok eski.
Mahmut Tokaç (MT): İlginç bir şey daha var. SD’nin şu anki yayın kuruluna da baksanız çoğunun eksenli yılların mezunu olduğunu görürsünüz.
SA: Büyük bir tecrübenin ardından bir araya gelinmiş. Tabi bunu söyleyince aramızdaki genç ve daha yaşlıların haklarını da yemeyelim. SD’ye zemin hazırlayan ortam, sadece mikro planda bizler ya da bizleri bir araya getiren Medipol Sağlık Grubu da değil. Aslında SD’ye zemin oluşturan konjonktürel bir ortam var. Bu ortam hem yerel, hem de küresel anlamda var. Küresel anlamda ele alırsak tüm dünyada 1980’lerde başlayan ve 2000’li yıllarda hızlanan bir sağlığın sektörleşmesi olgusu var. Bir açıdan bakıldığında neoliberal politikalara bağlanma vs. gibi durumlar var ama 1940’lardan beri aslında temeli atılan farklı konjonktür ve siyasal ağırlıklara göre şekil değiştiren bir sağlığın sektörleşmesi durumu devam ediyor. Bu durum 2000 sonrası dünya genelinde çok daha görünür hale gelmiş durumda. Türkiye’ye bakacak olursak 2003 öncesinde sağlıkta çok ciddi gelişmeler yaşandı ancak özellikle 2003 sonrası yapılan sağlık politikalarının doğrudan vatandaşa temas etmesi Türkiye’de sağlık deyince; sadece hastanın doktora gitmesi, tedavi edilmesi ve teşhis edilmesi anlayışının yerine sağlığın bir anlamda çok geniş bir kavramda anlaşılır olmasının dönemi başladı. Sağlık beslenmeydi, sağlık aktiviteydi, sağlık spordu, sağlık barınmaydı, sağlık ulaşımdı, sağlık ekonomiydi. Dolayısıyla tüm bunları düşündüğümüzde çok geniş bir sağlık perspektifi başladı. Sağlığın; kamu politikalarının içinde rastgele bir politika değil siyasetin geleceğini etkileyebilecek kadar güçlü bir politika olduğu, halkı yönlendirmede ve şu ya da bu yana sevk etmede çok önemli bir araç olduğu fark edildi. Öyle ki sadece ulusal değil uluslararası ilişkilerde de sağlığın soft power olarak tabir edilen yumuşak güç olarak bir argüman olduğu keşfedildi. Dolayısıyla hem küresel, hem de ulusal anlamda 2000’li yıllarda bir arayış, bir düşünme platformu ihtiyacı vardı. Bu alanda uçuk ya da kopuk fikirleriyle çok fazla hayat tecrübesi olan insan vardı. Ama bunun formüle edilmesi ve sistematik bir düşünce platformu haline dönüştürülmesinin ihtiyaç olduğu bir zamandan bahsediyoruz. Bu anlamda SD’nin ortaya çıktığı böyle bir konjonktürel ortamı da göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.
FO: Bu perspektife ben de bir şey ilave edeyim. 2000’lerin başında Türkiye’de siyasal bir farklılaşma oldu. Yeni bir siyasi iktidar ortaya çıktı. Ve bu siyasal iktidarın yaptığı en önemli reformlardan biri de sağlık alanındaydı. Tabi bu, toplumun tüm kesimlerinde bir deprem ve şaşkınlık etkisi oluşturdu.
SA: Ama bir o kadar da memnuniyet.
FO: Tabi ki. Hem müspet hem de menfi anlamda çok fazla tartışma çıktı. Dolayısıyla sağlık alanında sözlerini ve düşüncelerini kamuoyuna ve bilhassa politika yapıcılara ifade etmek ihtiyacı hisseden insanlar oldu. Bu ihtiyaçların ortaya konduğu ve açıklandığı bir zemin, bir medya ve de bir ortam gerekti ki herkes sesini duyurabilsin. Yoksa Hükümete veya Sağlık Bakanına herkes mektup yazıp da derdini anlatacak değildi. Dolayısıyla bu talepler o kadar fazlalaştı ve kendi içimizde bile bunları o kadar tartışır hale geldik ki bunların bir şekilde ortaya konması; hem politika yapıcılara yol göstermesi, hem de belli bir noktadan sonra tarihe not düşmek açısından böyle bir medya organı oluşturma ihtiyacı ortaya çıktı. Aksi takdirde fikirler herkesin kendi kafasında veya çok dar kapsamlı meclislerde dile getirilen düşünceler olarak kalacaktı. SD böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere çıktı.
SD Dergisi fikri ilk ne zaman ortaya çıktı? Fikir kimden çıktı?
SA: Tam hatırlamıyorum ama 2006 öncesi bir tarih idi. Koşuyolu Medipol Hastanesi’nde bir hasta odasında şu anda üniversitemiz Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. Fahrettin Koca tarafından birkaç arkadaşla birlikte akşam yemeğine davet edildik. O yemekte ilk defa bir dergi çıkarma talebi ya da ihtiyacı konuşuldu ama bu fikir ilk defa Fahrettin Bey’den geldi. Oradaki davetli 4-5 arkadaşın hemen hemen hepsi kendi hayatında bir şekilde dergicilik yapmış insanlardı.
Onlar kimlerdi Hocam? Sayabilir misiniz?
SA: Hatırladığım kadarıyla Hayrettin Kara, Mehmet Yücel, Lütfü Hanoğlu ve ben vardım. Hatırladığım isimler bunlardı. Başka birisi var mıydı şu an bilmiyorum. Her biri kendi çapında kimi sanat, kimi ise bilimsel hakemli dergiyle uğraşmış insanlardı. Herkes kendi arka planındaki düşündüğü dergi modelinden bahsederken, bu tartışmada Fahrettin Bey’in bu fikri niye ortaya attığını öğrenme noktasında bir tartışma oldu. Ve benim ilk defa duyduğum sağlık konusunda biraz önce anlatmaya çalıştığım kültür ortamında bir tıbbi, bir bilimsel araştırma yayınlama dergisi değil ama bu kültür ortamındaki ihtiyacı gidermeye ve sektörleşen bir sağlık alanındaki sorunları tartışıp çözmeye yönelik fikir üreten bir dergi. Ya da var olan fikirleri değerlendirmeye yönelik bir okul oluşturulabilir mi? Okul derken ekol anlamında söylüyorum. Ya da bir dergi böyle ekolün hamuru ya da buluşma yeri haline getirilebilir mi? Hatta bu enerji bir araya getirilip ileride bir üniversiteye dönüştürülebilir mi gibi bir konuşmaya da şahit olduğumu hatırlıyorum. Dolayısıyla bir anlamda fikir babası ve geleceğe yönelik bakış açısı olarak Fahrettin Bey’i burada zikretmek gerektiğini düşüyorum. Nitekim bugün SD’yi yayımlayan kurum yani Medipol Üniversitesi’nin kurucu vakfı, bugünkü adıyla Türkiye Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı’dır. Vakfın kurucusu da Fahrettin Koca’dır. Ben bu açıdan SD’yi Medipol Üniversitesi’nin kuruluşuna da öncülük eden bir okul, bir ekol gibi de görüyorum. Dolayısıyla 10 yıl önce böyle bir öngörü ve düşünceyle harekete geçildi. Tabi burada önemli olan iki şeydi. Biri kararlılık, ikincisi ise finansal kaynak. Fahrettin Bey finansal kaynağı taahhüt etti. Biz de kararlı olduk. Ben daha önce de bilimsel ve tıbbi anlamda bir derginin editörlüğü yapmıştım. Ve böylece sağlık alanında yayınına hiç ara vermeden çıkan, en uzun soluklu dergilerden biri olan SD’nin yönetiminde fahri olarak da olsa bulunmuş oldum. Biliyorsunuz dergideki görevim kuruluşundan itibaren fahridir.
Sonra ne yaptınız Hocam? Bahsettiğiniz akşam yemeğinin ardından SD nasıl ortaya çıktı? SD’nin doğum sürecini merak ediyorum. Ne yaptınız? Kimlerle fikir alışverişinde bulundunuz? Hikâyeye Mahmut Hocam, Fahri Hocam ve öteki isimler nerede katıldılar?
SA: Aslında bu sorunun cevabı en başta bilmeden verilmiş oldu. Tabi ki bir yola çıkarken bir insan en çok bildiği kişilerle yola çıkar. Niye? Çünkü onların kapasitesini ve birikimini biliyordur. Dolayısıyla başlangıçta belki de o yıllarda mezun olan kişilerin yayın kurulunda çok olmasının sebebi de bu olsa gerek. Bu konuda o güne kadar dirsek çürütmüş ama o güne kadar getirdiği birikimle artık kafa yoran, fikir üreten arkadaşları davet edip bir yayın kurulu oluşturduk. Tabi ki bu dönemde böyle bir arkadaş grubuna ilave olarak fikri ortaya atan ve finansörlüğünü üstlenen Medipol Sağlık Grubu’nda o gün çalışıyor olan ya da ilişkili olan ve bu konularda kafa yorduğunu düşündüğümüz arkadaşları da davet ettik. Ancak süreç içerisinde bu yayın kurulu çok katı olarak devam etmedi. Fikri olup da toplantılarımıza katılıp sonra resmi olarak yayın kuruluna aldığımız ya da iş yoğunluğuyla veya belki ulaşım sorunları nedeniyle devam edemeyip çıkmak zorunda kalan arkadaşlarımız da oldu. Yani burada aslında güzel olan şu oldu: Hiç kimse atanmadı, hiç kimse atılmadı. Yayın kurulu spontane olarak varlığını devam ettirdi.
FO: Hocam oraya belki bir şey eklemek lazım. Bu yayın kurulu oluşturulurken Topkapı Eresin Otel’de kapsamlı bir toplantı yapıldı. Hatta İstanbul dışından da insanlar davet edildi.
O toplantıya kimler katılmıştı?
SA: İsim isim sayamam ama 50 kişi falan vardı.
Tasarımına ve ismine orada mı karar verildi?
SA: Oraya bir ön şablon çalışmayla gelindi. Bu kadar büyük hacimli dergi olur mu, şeklinde eleştiriler oldu. Çok eleştirilmesine rağmen ilk gelen şablonda karar kılındı.
FO: Derginin her şeyi tartışıldı. İsmi ne olacak? Alt başlığı ne olacak? Boyutu ne olacak? Kâğıdın kalitesi ne olacak? Periyodu ne olacak? Kaç sayfa olacak? Renkli mi renksiz mi olacak? Şablonu ne olacak? Bir yayın çıkarırken akla gelebilecek ne gerekiyorsa her şey orada tartışıldı. Hiç kimse derginin şu anki haline tek başına oturup da karar vermedi. Veyahut da bir reklam ajansına “biz bu yazıları yazdık şunu bir dergi formatına çevir” gibi bir şey kesinlikle olmadı.
Tabi en önemlisi isim. İsim için ne gibi alternatifler vardı?
FO: Tıp ismi mi geçsin, sağlık ismi mi geçsin onlar tartışıldı. Bu bir tıp dergisi değil sonuçta.
SA: Tıp, sağlığın çok küçük bir cüzüdür aslında.
FO: Bu konuyu konuşmuştuk. Dolayısıyla sağlık dergisi olsun ama sağlığın nesi olsun?
Kimden çıktı isim hatırlıyor musunuz? Ortak mı oldu?
SA: Önce bir “Beyaz” ismi önerildi. Beyaz ismi Görsel Yönetmenimiz Selim Tuncer’in fikriydi. Nitekim formatı da kendisi hazırlayarak gelmişti. Ne kadar da tartışsak o format hiç değişmedi (Kahkahalar).
Selim Bey o dönemde de Medipol’ün reklamcısıydı değil mi?
SA: Tabi tabi. Biz Beyaz’ın sağlığı çağrıştırmayacağı konusunda razı olmadık. “Sağlık Düşüncesi” fikri bana aittir. Ama içeriğimizde tıp da var kültür de var denildi. Böylece bir anlamda kolektif bir şekilde derginin ismi bulundu.
FO: Orada SD’nin ebadı konusunda tartışmalar da oldu. Arkadaşların bir kısmı aktüel bir dergi formatını istiyorlardı. Ancak bir ekol olmak istiyorsak orijinal bir tasarıma sahip olalım fikri daha ağır bastı. Metroda, otobüste vakit geçirmek için değil, düşünerek okunup kütüphanede saklanacak, sayıları arşivlenecek bir dergi olması görüşü öne çıktı.
Derginin ilk sayılarının yayın kurulu toplantıları nerede yapıldı? İlk sayılarda kimler yazdı? Kimlerle röportaj yaptınız?
SA: İlk zamanlar derginin sabit bir yeri yoktu. İlk toplantılarımız Koşuyolu Medipol Hastanesi’nin bir odasında başladı. Galiba Başhekimi odasıydı. Ardından Ortaköy’de, Selim Bey’in ajansında buluştuk. Birkaç sayı orada çıktı ve mizanpaj da orada yapılıyordu. Sonra Selim Bey ajansını Koşuyolu’na taşıdı ve biraz da orada buluştuk. Senin seleflerinden Zeynep Hanım dönemindeki toplantılar daha çok hastane ağırlıklıdır. Yasemin Hanım dönemindekiler ise ajans ve Koşuyolu ek bina ağırlıklıdır. Zaten göreve başladığın 7.sayıdan itibaren her şeyin tanığısın.
Başlarda ne gibi sorunlar yaşadınız hocam? Yazı bulmak, kendinizi anlatmak-tanıtmak kolay oldu mu?
SA: Çeşit çeşit sağlık dergileri var. Bunlardan ilki hakemli dergilerdir. Bunlar yazarının çok, okuyanının az olduğu dergiler. İkincisi daha rahat, bolca daha bir ulaşılabilen, sayfalarında bolca reklam olan, ya magazinsel sağlık konularına ağırlık veren ya da sektörü ilgilendiren cihaz, toplantı vs. duyuruları ağırlık veren dergiler vardır. Bir kere SD hiçbirine benzemiyordu. İlk sayılarda bir iki örnek reklam aldık ama tatmin olmadığımız için daha sonra reklam almadık. Dolayısıyla ticari bir amaç hiç gütmeyen bir dergi olduğumuz için hem içeriğimizle, hem tasarımımızla, hem de yayın kurulumuzun deneyimleri ve çevreleri nedeniyle kısa bir sürede dikkat çekmeyi başardık. Fikir üreten, politika yapan ya da politikanın içinde olup gözlemleyen kişilerin yazı yazabileceği bir dergi olduk. Bunlar da sınırlı sayıda insanlar. Belli entelektüel düzeyde olacak, belli makamda olacak ya da en azından bu sektörün içinde olup belli kaygılar duyan insanlar olacak. Böyle bir yazar kitlesine ulaşmamız gerekiyordu. Peki, okuyucu kitlesi kim? Okuyucu kitlesi de sadece sağlık sektörünün herhangi bir yerinde paydaş olan kişi değil halkı etkileyecek sağlık politikalarında söz sahibi olan kişiler. Bugüne kadar böyle bir konsept olmadığı için bu kişilere ulaşmamız gerekiyordu. Yoksa dergiyi rafta bulup da okuması çok da beklenen bir şey değil. İşte bu yüzden derginin sadece ekonomik olarak basımı sübvanse edilmedi. Ayrıca derginin hedef kitlesi oturulup yayın kurulunda tartışıldı ve bir liste hazırlandı. Hedef kitlesi neredeyse dolaylı ya da doğrudan sağlık politikalarıyla ilişkili politikacılar, bürokratlar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve medyadan oluşan bir liste belirlendi. Bu kişiler ücretsiz olarak abone yapıldı. Dolayısıyla SD, kendi alanını oluştururken ciddi bir mücadele verdi. Biliyorsunuz kamu kurumlarında bu tür abonelikler çok fazla olur ve çoğu zaman da o hedef kişinin odasına ulaşmadan bütün gelen dergiler imha edilir. Zaman zaman da buralarda kontroller yapılıp ya da birimlere, makamlara ve bürokratlara bazen bire bir ulaşıp, “Bu yazıdan yararlandınız mı?” ya da “Bu yazıya bir eleştiriniz var mı?” diye teyitler aldık. Ya da onlara yazı yazdırılıp bir şekilde ilişkilendirilmesi noktasında özel gayretlerimiz oldu.
FO: Bu noktada ben de bir şey ekleyeyim. Yazar kadrosu veya katkıda bulunacak kadro konusunda hiçbir kısıtlama yapılmadı. Her görüşten, her ideolojiden hakarete varmayacak tarzda tamamen eleştiri sınırları içinde kalmak kaydıyla yazı gönderen herkesin yazıları kabul edildi.
SA: Burada küçük bir düzeltme yapayım. Gönderilen tüm yazılar değil, Yayın Kurulunca kabul edilen yazılar kabul edildi. Kıstasımız fikrinden çok, fikrini nasıl savunduğu oldu. Yoksa çeşitliliğin, farklı hatta sıra dışı fikirlerin bize bazen yeni ufuklar açtığı da oldu. SD’nin sayıları kıyaslandığında bazen aynı sayıda birbiriyle farklı görüşler içeren yazılar olduğu gibi kendi yazarları arasında polemiğe varan tartışmaların yaşandığı görülecektir.
İlk sayılar çıktıktan sonra ne gibi eleştiriler, olumlu-olumsuz tepkiler aldınız?
SA: Açıkçası ilk aldığımız tepkiler yazıların içeriği değil derginin hacmi, görselliği ve boyutları şeklinde oldu. İlk eleştiriler daha çok şekilseldi. İlk sayılarda içeriğine yönelik o anlamda eleştiriler almadık. Belki de bu bahsettiğimiz hedef kitlenin belirlenmesi ve o hedef kitleye ulaşma; derginin fiziksel anlamda ulaşması değil o kişilerin bu dergiyi merak edip okuması anlamında bir “ulaşmadan” bahsediyorum. Belki de hedef kitleye ilk anlarda görsel / şekilsel yönümüz ulaşmıştı. Böyle bir dergi görmüşlerdi ve içine ne kadar vakıf oldukları da şüpheliydi. Onun için eleştiriler daha çok fiziksel yönüne oldu. Ancak kısa sürede bazı olumlu gelişmeler de oldu. Dünya Sağlık Örgütü’nün Barselona Ofisi sağlık politikaları ile ilgilenir. O ofisten Arjantin kökenli bir hanım danışman, bir konuşmamda bana Türkiye’nin sağlık sistemi ile ilgili tartışırken SD’nin bazı makalelerini İngilizceye çevirerek ofiste kullandıklarından bahsetmişti. Bizim hiç tahmin etmediğimiz yerlere derginin ulaştığını, Türkiye’nin sağlık politikaları üzerinde kafa yoran uluslararası aktörlerin kaynak olarak SD’ye ulaştığını ve bazı makaleleri tercüme ederek kullandıklarını duymak beni çok mutlu etmişti.
FO: Derginin hedef kitlesine hep politika yapıcılar dedik ama derginin okunurluğunu artırmak için de bir takım gayretler gösterildi. Fotoğraflar ve görsellere dikkat edildiği gibi çok asık yüzlü bir dergi olmasın diye kültür-sanatla ilgili birtakım içerikler de eklendi. Son sayfaya rutin olarak bir karikatür kondu. Zaman zaman sağlıkla ilgili film eleştirileri ile film ve kitap tanıtımları, tıp tarihi ile ilgili ilginç bilgiler yayımlandı ve mesleğimizde duayen olmuş bazı eski hocalar tanıtıldı.
Bir heyecanla başlandı, ilk yazılarınızı yayımladınız. Peki sonra? Bir yerlerde tıkandınız mı? Tamam mı devam mı diye düşünmek durumunda kaldığınız zamanlar oldu mu?
SA: Tamam mı devam mı diye bir soru hiç aklımıza gelmedi. Başta da söyledim. Bu derginin en büyük başarısı istikrarlı bir şekilde hiç tökezlemeden hatta kendi takvimi içinde zamanında çıkıyor olmasıdır. Açıkçası hiç böyle bir tereddüt olmadı. Ancak zaman zaman acaba bir format değiştirelim mi diye de düşündüğümüz oldu. “Derginin amacına gerçekten hizmet ediyor muyuz, bu amacı gerçekleştirmek adına konsept değişikliğine mi gitmemiz lazım, farklı görüşteki yazılardan tek bir konuyu işleyen bir dergiye mi dönüşmemiz lazım, hakemli mi hakemsiz mi olsun?” gibi tartışmaları sürekli yaptık. Ve belki bu tartışmaların etkisi dergiye zaman zaman yansıdı. Daha önce bir konuya odaklı dosya yokken, birden dosyalar çıkmaya başladı. Dolayısıyla doğrudan bir karar alınıp dergiye yansıtılmadı ama bu tartışmalar süreç içinde dergiyi etkiledi.
FO: Mesela kaynaklar daha çok önemsendi, daha net belirtilmeye başlandı.
SA: Evet bu detay önemli. Baştan hiç öngörmemiş olmamıza rağmen derginin akademik bir literatür olarak kabul edilmesi ya da bu amaca hizmet etmesi hiç önceliğimiz değildi. Çünkü biz; fikrin paylaşılması ve bunun politikaya dönüşmesi ya da var olan politikaların eleştirilerinin yapılmasına yönelik bir amaçla SD’yi çıkardık. Ama zamanla bir kısım akademik kadrolara atanma vs. alanlarında ve akademik dosyalarda hakemli bir dergi olmamasına rağmen SD’de yayımlanmış makalelerin kullanıldığını gördük. Bu bizim yayın kurulundaki tartışmalara da yansıdı. O zaman kaynaklar, alıntılar, yazı formatları ve yazılardaki alıntı oranları yani akademik bir yayında aranan en azından asgari şartlar olması yönünde de tartışmalar yürüttük. Bunların da etkisi zamanla dergiye yansıdı.
SD’nin Medipol Üniversitesi temellinin harçlarından biri olduğunu ifade etmiştiniz. Üniversitenin kuruluş fikri ve serüvenini de anlatabilir misiniz?
SA: Derginin üniversiteyi doğurduğu gibi bir iddiada bulunamam ama biraz önce söylediğim gibi “dergi, vakıf ve üniversite” fikrinin aynı kaynaktan çıktığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Fahrettin Koca’nın bunların hepsine de hamilik yapması bir başka önemli husus. Bildiğiniz gibi, Vakfın kurucusu, SD’nin sahibi, Üniversitenin de Mütevelli heyeti Başkanı. Medipol Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında gayret gösteren, bu fikri olgunlaştıran, bunu bir sunuma dönüştüren hatta YÖK’te tartışan ve kuruluşunda görev alan arkadaşlara baktığınızda sonuçta ya derginin yayın kurulunda var olan, ya da yazarları olan arkadaşlardır. Bunlara bakarak bile bu derginin bu üniversitenin temelinde bir harç görevi gördüğünü söylemek herhalde mümkün. SD’nin çıkışı ile üniversitenin kuruluşu arasında yasanın çıkması açısından 3 yıl, fiilen kurulması açısından 4 yıllık bir süre var. Böyle bir harç görevi gördüyse 10’uncu yılına ulaşmış 40’ıncı sayısı çıkarılan bir derginin aslında ilk 3 yılda bile başta söylediğim okul olma görevini bir şekilde icra ettiği ortaya çıkıyor.
FO: YÖK’teki üniversitenin sunumunda ben de vardım. Oraya gittiğiniz zaman mahkeme gibi bir yere çıkıyorsunuz ve sürekli sorular soruluyor. Üniversitenin amacı, vizyonu ve sağlığa verilen öneme dair sorular geliyordu. Bu sorulara bizim verdiğimiz cevaplar aslında bu dergi sürecinde öğrendiğimiz konuları kapsıyor. Biz aslında farkına varmadan zihinsel hazırlığımızı yapmışız. Bir soru geldiği zaman “tak” diye cevap veriyorduk. O sınavdan başarıyla çıktık ve üniversite kuruldu.
SD bugün artık 10 yaşında. 10 yıl insan ömrü için henüz çocukluğa karşılık gelir. Peki yayıncılıkta, üstelik de sağlık yayımcılığı gibi özel bir alanda neye karşılık gelir?
SA: Eğer hakemli bir tıp dergisi ile kıyaslarsanız evet 10 yıl uzun bir süre sayılmaz. Zira yüzyıllara uzanan dergiler var. Ama söylediğim gibi o dergileri ayakta tutan okuyucularından çok yazarlarıdır. O farklı bir şey. Çünkü yazarın o dergiye ihtiyacı var. Ancak böyle okuyucu kitlesinin dinamik politikanın içinde ve icra makamında olan kişileri hedef alan onları doğrudan ilgilendiren konuları ele alıyorsunuz. Bir hobiyi, bir sanat dalını ele almıyorsunuz. Biraz önceki gibi bilimsel bir alanda yazarının muhtaç olduğu bir dergiden bahsetmiyoruz. Dolayısıyla okuyucu kitlesini adeta belli bir amaca yönlendirmeyi hedeflemiş bir dergi için bence 10 yıllık yayın periyodu çok önemli. Çünkü bu hedef kitledeki insanlar içinde 10 yıl aynı makamda kalan insan neredeyse yoktur. Bu durum; derginin hedef kitlesinin sürekli değiştiği anlamına gelir. Değişen hedef kitlesine de kendini kabul ettirerek devam etmesi gerekiyor. Sağlıkta SD eğer politik anlamda bir köşe tutuyorsa, 10 yıllık bir iktidarı var demektir.
FO: 10 yıl önemli bir süre ve şöyle bir araştırma yapmak da gerekir diye düşünüyorum. SD’de yayımlanan politikayla ilgili görüşleri toplayıp; belli aşamalarda analiz edip, bu görüşlerin ne derece Sağlık Bakanlığı’nın ya da üniversitelerin politikalarına yansımış, ne derece bunlar uygulanmış gibi konular incelemeye değer.
SA: Fazla iddialı ama ilgi çekici bir öneri…
FO: Bire bir etkilemiştir veya bir ilişki vardır demiyorum ama bence bu incelenmesi gereken bir şey. Az, çok veya yüzde veremem ama ben etkilemiştir diye düşünüyorum.
Peki başlarken bir hedefiniz var mıydı? Şu an bu hedefin neresindesiniz?
MT: Ben SD’nin ilk arama toplantılarında vardım ama ilk sayılarda yoktum. İlk sayılardan hemen birkaç sayı sonra ekibin içine dâhil oldum. Hedef aslında baştan beri politika yapıcılara en azından yol göstermek ve yön vermekti. Bugün bu görevi hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. Bilimsel bir dergi gibi görünmesek bile özellikle sağlık yönetimi alanında bir akademik dosya hazırlanırken birçok hakemli dergilerdeki yazılardan daha çok kıymet görüyor. SD, sağlık yönetimi alanında çok ciddi bir yeri olan dergi.
Şu an ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Olumlu-olumsuz dönüşler nasıl?
MT: SD’yi bir defa söylediğimiz anda, “Okuyorum istifade ediyorum. Arşivliyorum” diyen çok insan duyuyoruz.
FO: Sanıyorum dergi bir insanın eline ulaştığı zaman baştan sona tüm makaleler okunmuyor. Herkes bulunduğu konuma ve ilgi alanına göre değişik makaleleri okuyor. Belirli bir konuya çok fazla ağırlık vermeyelim diye dergi toplantılarında da yazıları değişik kategorilere ayırıyoruz. Herkesin okuyacağı, herkesin kendinden bir şey bulabileceği bir dergi olmasını istiyoruz. Türkiye’de şöyle bir şey de var: Herkes okuduğunda eleştirilerini olumlu veya olumsuz bir şekilde gönderse daha fazla geri dönüş alabiliriz. Ancak böyle bir olumlu veya olumsuz eleştirileri yazıya döküp gönderen kişi sayısı maalesef az. Geri dönüşler genellikle şahsi sohbetlerde, görüşmelerde oluyor. Kurumsal bir geri dönüş çoğu zaman olmuyor.
SA: Çok nadiren editöre mektuplar geldi. O konuda beklentilerimize cevap alamadık. Ama daha çok geri bildirimler; “filan yazıyı eleştiriyorum” diyerek eleştirenler tarafından yazı göndermek şeklinde oldu. Derginin hedef kitlesi aslında potansiyel yazarlarıdır.
MT: Aslında şöyle tanımlamak lazım: Biz bir anlamda dergiyle sohbet ediyoruz. Çünkü hakikaten politika yapıcılar ve orada yazar olanlar tartışma ortamını yüz yüze değil de dergi ortamında yapıyor.
FO: Hatırlarsanız ilk sayılarda bir valiyle bile tartışmamız olmuştu.
O zaman kaymakamdı Hocam.
FO: Yazı yazdı ve karşı yazı yazıldı.
Yeri gelmişken biraz polemiklerden bahsedelim mi? Daha sonra Vali olan Üsküdar Kaymakamı ile Recep Hocamızın polemiği, Hasan Yazıcı Hoca ile Sabahattin ve Osman Hayran Hocalarımızın polemikleri…
FO: Kavga değil fikir tartışması demek lazım bunlara. Bunlar SD’nin zenginliği ve gücünü de gösteriyor. Sonuçta bir kişi sizin yazdığınız yazıyı muhatap alıp oturup üşenmeden makale yazıyorsa, bu sizin değerinizi de gösterir. Keşke bunlar daha çok olabilse. Sonuçta bu dergide “benim fikrim illaki doğrudur” ve “herkes buna uymalıdır” şeklinde bir şey kesinlikle söz konusu değil. Tam tersi keşke her yazıya eleştirel yazılar olabilse ve biz bunlardan en rafine fikirleri elde edebilsek. Bu fikirler de ilgili makamlara kurumlara yol gösterici olsa. Bu bizim daha fazla istediğimiz bir şey. Dolayısıyla bu tür polemikler daha fazla olmalı.
SA: Aslında bunlar gazete köşe yazarlarının polemikleri gibi değil birer fikir çarpışmalarıdır. Fikirlerin çarpışmasıyla ortak payda çıkarsa bir üst fikir ortaya doğar; çıkmazsa da iki taraf da yeterince alternatif görüşleri dinleyip aydınlanmış olur. Bu anlamda böyle sağlık politikası ağırlıklı bir dergide bu tür polemikler aslında fikirlerin daha derinine inmemize, daha çok analitik düşünmemize ve bazen de ortak payda bulmamıza yol açıyor. Yani derginin esas amacına daha çok hizmet ediyor. Bence de keşke daha çok polemik yazıları olsa.
MT: “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” denir. Yani, hakikat şimşeği fikirlerin çarpışmasından doğar.
İzninizle biraz da özeleştiri yapmayı teklif ediyorum. Sizce şu anda SD’de ne eksik? Popülarite mi, daha güçlü yazar kadrosu mu, değinilen konular mı?
SA: Birincisi bu kadar emek harcanan ve entelektüel düzeyi yüksek bir dergide hedeflediğimiz yerde olmadığımız kanaatindeyim. Çok daha okunan, çok daha aranan, çok daha tartışılan, çok daha fazla polemiklere konu olan bir dergi olmalıydık. Hedef kitledeki geri dönüşler arzu ettiğimiz düzeyde değil. Bunun için SD Platform web sayfası devreye girdi. Buranın bir etkisi oldu ama bu da bizlerin arzu ettiği düzeyde değil. SD’nin son birkaç yıldaki kendinden oluşan politikası, oturulup düşünülüp şu konu yazılsın şeklinde değil; aktüel olan konunun ne olduğudur. Örneğin, bu röportajımızın yayınlanacağı son sayı daha çok göç ve sağlık ağırlıklıdır. Şu an sadece Türkiye’nin değil dünyanın gündeminde maalesef çevremizdeki savaşların oluşturduğu göçler ve bunların sağlık sorunları var. Dolayısıyla SD daha çok güncel sorunu ele alan ve ona yönelik politika üretmeye çalışan ya da bununla ilgili çalışanların birikimlerini naklettiği bir dergi olma vasfına büründü. Bu vasfını devam ettirebilirse güncel sorunlara kaynak arayan farklı görüşleri öğrenmek isteyen kişilerin bir tarama yapmaksızın SD’ye müracaat ederek bilgiye ulaşmasını sağlayacak bir fikir dağarcığı rolünü üstlenebilir diye düşünüyorum. Bu anlamda belki de mevcut yapısını biraz daha aktüelle birleştirerek devam etmesi lazım. Ama buradaki eksik tarafımız ise SD’nin bu aktüelliğin, bu sorunların içinde bocalayan, bu sorunları çözme sorumluluğu taşıyıp uğraş veren insanların önemli bir kısmının ilk kaynağı olmamasıdır. SD’nin bunu aşması lazım. Bu kişiler acaba SD bu konuda ne fikir sergilemiş diye henüz tamamen merak ediyor değiller.
Teşhis yapıldı. Peki, tedavi reçetesi nedir?
SA: Bunu Yayın Kurulu toplantımızda tartışalım (Kahkahalar).
FO: Benim gördüğüm kadarıyla SD’nin kulvarında bir başka dergi yok. Yani sağlık politikaları alanında fikir üretip bir vizyon ortaya koyan bir başka dergi yok. Varsa da ben bilmiyorum. Dolayısıyla SD tabiri caizse üstü kapatılmış bir altın gibi. Yani büyük bir hazine var ama birçok kişi onu bilmiyor, henüz keşfetmemiş. Veya keşfetmiş ama çok da değerini anlamamış.
SA: Şu sayı ile 40 sayıyı tamamlıyoruz. Ortalama bir sayımız 100 sayfa, bu da toplamda 4000 sayfayı tekabül ediyor. Türkçede sağlık politikası ile ilgili 4000 sayfayı bulan hiçbir kaynak yok.
FO: Hocam bu duruda başlangıçtaki hedefimizi aslında biz gerçekleştirmişiz.
SA: Evet. Dolayısıyla ben sağlık politikalarıyla ilgili bir sorumluluk üstlendiğimde çok rahat ulaşabileceğim en geniş kaynak SD’nin arşividir. Büyük boyutlu 4000 sayfa ve bu derece yoğun ve tek ağırlık odağı sağlık politikaları olan bir başka kaynak söz konusu değil. Onun için sadece günceli değil arşivi tarayarak da hem politikaların seyri, hem de bununla ilgili geçmişte olan düşüncelere ulaşmak açısından SD çok iyi kaynak.
Sizce SD’de konuları tüketmedik mi? Yıllarca bağımsız yazılarla, biraz da hedefsizce yazılar yayımladık. Bazen aynı ismin farklı imzalarla birden fazla yazılarına yer verdik. Çok sonra hem daha kolay yazı bulabilmek, hem de daha derli toplu gidelim, belli bir konuda ortaya bir fikir-ürün koyalım düşüncesiyle dosyalar hazırlamaya başladık. Son 20-25 sayıda pek çok dosya yaptık. Peki, şu an neredeyiz sizce? Dosya konularını tüketiyor muyuz? Bundan sonra ne yapacağız?
SA: Bence durum böyle değil. Örneğin aile hekimliği diye bir dosyamız var. Bu konu kapandı diye düşünüyorsak tüketme fiili haklı olabilir. Ama bugün aile hekimliği projesinin başında görev almış bir kişi olarak ben tekrar aile hekimliğini raporlayıp aile hekimliğinde bugünkü revizyonlarla ilgili fikir üretmeğe çalışıyorum. Yani toplum çok hızlı değişen bir şey. Politikalar ise topluma ayak uydurmak, kendini yenilemek zorunda. Aksi takdirde çok hızlı eskirler. Bu açıdan aslında birçok aynı isimli dosyaya yeniden ihtiyaç duyulacaktır. Güncele hizmet etmeyi amaçladığımız için değişen şartlara ve değişen toplumsal realitelere var olan politikaların zaman içindeki yıpranmalarına ya da arzu edilen hedeflere ulaşmamalarına bağlı olarak belki aynı dosyaları yeniden ele almaya çalışacağız. Bu açıdan önümüzdeki sorun olan konuları biz dosya olarak ele almaya devam ettiğimiz müddetçe sağlıkta sorun ve dosya konusu tükenmeyecektir diye düşünüyorum. Bunların yeniden ele alınması, aynı fikirlerin tekrarlaması değil soruna yeni çözüm üretme çabası anlamına geliyor.
FO: Ben de kesinlikle katılıyorum. Konjonktür sürekli değişiyor. 10 yıl evvelki konjonktürle bugünkü bir değil. SD’nin çıktığı 10 yıldan beri uygulanmış birçok politika var. Bunların sonuçlarını şu an görüyoruz. Bunların bir kısmı doğru, bir kısmı da hatalı olabilir. Dolayısıyla her zaman bu konuyla ilgili değişik görüşler ve fikirler olabilir. Hatta aynı kişinin fikirleri bile zamanla değişebilir. Özellikle sağlık politikaları konusunda 10 yıl evvel bir konu hakkında yazmış olan bir yazara, “Aynı başlıkla bir de bugün bir yazı yaz bakalım.” diye tekrardan bir teklif götürüp 2 yazıyı karşılaştırsak, çok farklı bakış açılarının ortaya çıkabileceğine inanıyorum. Dolayısıyla aynı konuları belli periyotlarla tekrar tekrar işlemek lazım. Ne oldu neredeyiz? 10 yıl önce ne söylemiştik? Bugün ne söylemek lazım? Aynı şeyi mi yoksa farklı bir şeyi mi söyleyeceğiz? Bunların üzerine tekrar tekrar gitmemiz lazım. Dolayısıyla az önce dediğim gibi SD’nin söyleyecek lafı her zaman var.
MT: Bir defa iki şekilde de hareket etmemiz gerekiyor. Birincisi günceli tartışmamız, öte yandan da geleceği planlamamız…
Sabahattin Hocam biraz bu sorunun devamı olacak bir şekilde güncel bir şey sormak istiyorum. 2016’nın Türkiye’sindeyiz ve 2023, 2051 ve 2071 hedeflerinden bahsediliyor. 14 yıllık bir AK Parti iktidarı var. Üstelik daha bir kaç hafta önce bizi şoke eden bir kalkışma, bir darbe girişimi yaşadık. Bir taraftan Başkanlık tartışmaları, bir taraftan partili Cumhurbaşkanlığı tartışmaları var. Tabi bir de Batı ile ilgili meseleler var. Avrupa Birliği sürecimiz belirsiz ve hayli kırılgan. Bir taraftan göçmenler geldi ve ülkemizde 3 milyon Suriyeli sığınmacının geleceği belirsiz. Sağlık, bu süreçlerin önemli bir unsuru. Sizce sağlıkta bundan sonra ne olacak?
SA: Türkiye’de 2003 sonrası Sağlıkta Dönüşün Programını oluşturan sağlık politikaları, normalde Türkiye’nin genel ekonomi politikasıyla çok da paralel gitmedi. Ekonomik gelişmesiyle paralel gitti ama ekonomi politikasıyla paralel gitmedi. Türkiye’nin ekonomi politikası daha liberal, daha piyasacı bir ekonomi politikası oldu. Ama sağlık politikası; bu ekonomik politikanın etkisiyle özel sektörü de sistem içerisine çeken fakat sosyal yönü ağır olan bir politika şeklinde gitti. Bu açıdan bu politikalar; ekonomi politikasıyla sağlık politikası sorumluluğu taşıyanların arasının gerilmesine dahi yol açtı. Sağlık piyasaya terkedilmediği, daha çok sosyal politikalara ağırlık verildiği için sağlık sektöründe hizmet verenlerin memnuniyetsizliği de ortaya çıktı. Öyle ki bilhassa yeni çıkan Sosyal Güvenlik Kanunu’nun detayı incelendiğinde, 1960’lı yıllarda çıkan sosyalizasyon kanunundan daha sosyal bir kanun olduğu görülür. Bir taraftan liberal ve piyasacı ekonomi sürdürülmeye çalışılırken bir taraftan da imkânlar zorlanarak sosyal politikaların ağır olduğu bir sağlık sistemi kurulmaya çalışıldı. Bunu, geleceğe yönelik sürdürülebilirlik açısından önemsiyorum. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte sağlık politikalarının ne kadar sosyal kaygıyla devam edeceği fikri önemli. Mevcut iktidar, Sağlık Bakanı değişimine rağmen sosyal odaklı bir politikayı bırakmamaya gayret gösterdi. Bundan sonra da böyle gitmesini arzu ediyorum. Ancak ekonomik değişimler yeni lobiler ve yeni güç odakları oluşturuyor. Ağırlıklı olarak da özel sektör kaynaklı. Bu güç odaklarının, bu yeni lobilerin bastırmasıyla kamu politikaları zaman zaman sapabiliyor. Dolayısıyla geleceğe yönelik böyle bir kaygı taşıdığımı belirtmek isterim. Buna bir örnek vermek isterim. Geçtiğimiz sayılarda SD’de Prof. Dr. Kerem Alkin tarafından bununla ilgili bir makale yayımlandı. İlaç sektöründe fonların ortak olmaya başlamasıyla ilgili. Dolayısıyla halk sağlığının, sağlık ana fikrini taşıyan bir üretim değil fonların kâr amaçlı üretimine dayalı olması riskinden bahsetti. Fonların hastane ortaklıkları da başladı. Dolayısıyla sadece ilaç sektöründe değil sağlık hizmeti sektöründe de bu fonların etkisi global olarak görülmeye başlandı. Bunlara karşı sosyal politikaları devam ettirmek, ancak bu sürece müdahale etmekle mümkün olur. Geleceğe yönelik bu tür kaygılar taşıdığımı ve buna yönelik de ülkenin politikalar geliştirmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Ama mevcut içinde bulunduğumuz durumla ilgili de birkaç faktör çok önemli. Birincisi Suriye ağırlıklı olmak üzere güvenli olamayan bir coğrafya içinde olmamız ciddi olarak insanların çok hızlı yer değiştirmesine, içinde bulundukları sosyal güvenlik şemsiyesinin dışına çıkmasına yani sosyal güvenlik kapsamında olmayan birçok insanın ortada dolaşır haline gelmesine yol açtı. Öte yandan Türkiye, Birleşmiş Milletler’in 1000 Yılın Hedefleri Programında belirlediği hedeflere ulaşabilen nadir ülkelerden biri. Anne ve bebek ölümlerinde belirli hedeflere ulaşmış bir ülkeyiz. Fakat göçlerle beraber hem bütün bu hedefleri yeniden gözden geçirmemiz, hem de yeni politikalar geliştirip yeni tedbirler almamız gerekiyor. Her günün yeni şartlar doğurduğu, tüm hedeflerimizin şaştığı yeni bir sağlık sistemi kurgulanmasından ya da mevcut sağlık sistemini yeni politikalar geliştirerek güçlendirilmesinden bahsetmemiz gerekiyor. Bir başka husus ise geçtiğimiz haftalarda yaşadığımız askeri kalkışmanın hemen arkasından OHAL’de bir uygulama yapıldı. Askeri hastaneler lağvedilerek Sağlık Bakanlığına bağlandı. Sağlıkta Dönüşüm Programının tüm hastaneleri tek bir çatı altına toplama politikası vardı. Başta Sosyal Sigortalar Kurumu hastaneleri olmak üzere bir harmonizasyon yapılmıştı. O dönemde askeri hastanelerin de bu şemsiyenin altına girmesi gerektiği ifade edilmişti. Sağlıkta Dönüşüm Programının etkisiyle bu hastanelerde döner sermayeler kurulmuştu. Şimdi bu hastaneler Bakanlığa bağlandı ve sağlık hizmeti yönetimi açısından yeni bir alan doğdu. Bunların yapılanması önemli. Kamu sağlık hizmet sunucuları içinde harmonize edilmesi adına yeni önlemler almak gerekiyor. Bu arada bunlarla beraber yeni sorunlar da doğacak. Her ne kadar toplumda sınıf oluşturmuyor desek de mutlaka önceliği olan kesimler vardır. Kırılgan kesim en öncelikle kesimdir ve onlara ulaşmanız lazım. Yaralanma riski taşıyan kesimin hastane kapılarında asla bekletilmemesi lazım. Sizin için vatanı korumak için yaralanmış, mağdur olmuş kişinin en öncelikle tedavi edilmesi lazım. Cephede ya da görev esnasında yaralanmış bir askerimiz bırakın acil servisi, daha hastaneye ulaşmadan bir şekilde hizmet alıyor olabilmesi lazım. Özellikle Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde nükleer biyolojik silahlara karşı bazı altyapılar var. Bunların bir şekilde yeniden sivil organizasyona ve askeriyenin öncelikleri de korunarak yapılması lazım. Dikkat ederseniz Sağlık Bakanlığı tarafından geliştirilecek sağlık politikalarına yeni sorunlar ve yeni artılar eklendi. Bunlar, üzerinde düşünmesi gerekenler konular.
Bu Kanun Hükmünde Kararnameler kapsamında kamudan uzaklaştırılan pek çok kesimin içinde hekimler başta olmak üzere sağlık personeli de olacak. Zaten bizim bir hekim açığımız var. Bu da bir sorun değil mi?
SA: Hizmet ağırlıklı sektör olan sağlıkta en önemli kaynak insandır. Dolayısıyla bu insan kaynağını zaten belli projeksiyonlarla artırmaya çalışıyorsunuz; bir yandan da bu tür travmalarla insan kaynağını kaybetme ile yüz yüze kalıyorsunuz. Bir husus daha önemli. Türkiye’nin maalesef hem coğrafyanın kendisine yansıttığı sorunlar hem bu son ayda kendi yaşadığı sorunlarla birlikte; her ne kadar olumlu mesajlar verilse de bunlar ekonomik gidişimizde olumsuz etkiler yaratacaktır.
FO: Şimdi mültecilere vatandaşlık verilmesi söz konusu. Siz belli bir vatandaş ve nüfus sayısına göre politikalar belirliyorsunuz ve gelecekte şu kadar bebek doğacak, şu kadar yaşlımız olacak gibisinden öngörülerde bulunuyorsunuz. Ve bir anda buraya birkaç milyon kişi monte oluyor. Gelen kesim de sağlık açısından en çok hizmete muhtaç, en çok ihmal edilmiş bir kesim. Aşıları ve hijyen eğitimi yok. Böyle bir kitleyi bir anda içeri alıyorsunuz ve bunlar TC vatandaşlarıyla aynı haklara sahip oluyorlar. Bunlara sağlık hizmeti de sunmak durumundasınız. Şimdi tüm planlar ve projelerin revize edilmesi lazım. Önümüzdeki dönemde SD’nin bu tür konulara da yönelmesi, bunlar hakkında fikir üretmesi ve politika yapıcılara yol göstermesi gerekecektir.
SA: Türkiye’de Türk vatandaşı olmayan 3 milyon Suriyeli, 1 milyon da diğer Arap ülkelerinden olan 4 milyon Arap var. Bu ortalama bir Arap ülkesinden daha büyük bir nüfus. YÖK, yabancı akademisyenler diye bir veri tabanı oluşturmak istedi. Bu resmi bir rakam değil bir duyum ama YÖK’e 2000 civarında yabancı akademisyenin başvurduğunu öğrendim. Demem o ki 3000 civarında akademisyenin de Türkiye’ye Arap coğrafyasından geldiği varsayılıyor.
Doktor sayısı bakımından 550 doktor rakamını zikredebilirim. Fatih’teki Suriye Nur Derneği ile yaptığımız röportajda 550 Suriyeli sığınmacı hekimin Türkiye’de olduğunu söylüyorlar.
SA: Tabi sağlık deyince sadece hekim olarak düşünmeyin. Diş hekimi, hemşire, eczacı, öğretim üyesi gibi insanlar var. Onlarla birlikte rakam çok çok artar.
Tabi bu rakamlar da suyun suyu aslında. Türkiye kaliteli insanları çoktan Avrupa’ya kaptırdı bile.
SA: Doğru. Kaybedilmiş hali bu kadar. Dolayısıyla bu olumsuzlukları düşünürken oradaki insan kaynağını da keşfetmek ve bunu hiç olmazsa kendi nüfusuna hizmet eder hale getirmek gerekir. Bunun için hem akademik anlamda, hem üniversite anlamında, hem de sağlık hizmeti alanında bu konulara kafa yormak gerekir.
SD, daha kaç sene çıkacak? Bu menzilin hedeflenen bir sonu var mı? Yoruldunuz mu?
SA: Evet gece yarılarına kadar zaman harcadığımız, üstelik de yoğun mesailerden sonra buna vakit ayırdığımız ve yorulduğumuz bir gerçek. Ama SD toplantılarını bir anlamda kendi gelişimim için de bir fırsat gibi görüyorum. Bu anlamda bir kurs görüyorcasına kursa devam etmeyi arzu ediyorum.
Var mı bu menzilin sonu?
FO: Ben bir sonunun olduğunu düşünmüyorum. Ekip, istek ve finansman var olduğu sürece bu dergi gidecektir. Bugün biz varız, yarın bir başkası olur. Sağlık durmuyor ki biz duralım. Şu koşullarda durabilir: Bizim ürettiğimiz fikirler, yazılan yazılar hiçbir yerde hiçbir etki yapmıyorsa o zaman anlamsız bir dergi haline gelir. Her ne kadar bu konuda bilimsel bir çalışma olmasa da bizim gördüğümüz bu derginin belli noktalarda etkili olduğu yönünde. Keşke bu konuda bilimsel bir çalışma yapılabilse. Ama “hiçbir etkisi olmuyor artık biz havanda su dövüyoruz” noktasına gelirse ancak o zaman durur. Yoksa bu katar durmaz.
SD’yi 5 yıl sonra, 10 yıl sonra nerede görmek istiyorsunuz?
MT: Ben derginin sağlık politikalarına yön vermesinin yanında şu anda var olan hakemli dergi havasının aslında biraz daha formel hale gelmesini arzu ediyorum. Çünkü en azından yayın verenlerin de bundan bir kazancı olmuş olur.
Yazı yazılan ama okunmayan bir dergi mi olalım?
MT: Yok, öyle bir şey demiyorum. Tam tersi, okunma konusunda beklentim; dağıtım sistemini daha da olgunlaştırıp gerçekten okunacak yerlere ulaştırılması ve zaman içinde geri bildirimler alınacak şekilde mülakatlar yapılması şeklinde.
FO: SD bu kulvardaki tek dergi. Gönül arzu eder ki politika yapıcılar bir konu hakkında karar verecekleri zaman “Bu konuyla ilgili SD’ye bir bakalım, orada ne yazmışlar” desinler. Veyahut da “SD, bu konuda bir fikir üretmişse bunu dikkate almak lazım” dedikleri bir dergi olabilmemizi arzu ediyorum. Bu tabi ki dergide yazan insanların görüşlerinin isabetliliğiyle, tutarlılığıyla ve samimiyetle ilişkilidir. Bugün tıp alanında öyle dergiler var ki orada bir yazı yayınlatmak çok zor ve çok kıymetlidir. Mesela New England Journal Of Medicine’da bir tane yazı yayınla, o sana yeter. Öbür türlü 30 tane yazı yayınlasan ona denk gelmez. O kalitede bir dergi olursak çok daha güzel olur. Bu, zamanla ve kaliteyle alakalı bir şey.
Sabahattin Hocam, isterseniz ben çerçeveyi çizeyim, sözü siz tamamlayın. Türkiye’nin 2023 hedefleri, sağlık ve SD desem ne dersiniz?
SA: Türkiye’nin 2023 hedefleri yaşadığımız şartlardan dolayı revize edilmek zorunda kalacak. Ama en azından bugüne kadarki çizilmiş 2023 hedefleri açısından bakıldığında; milli geliri daha yüksek, ekonomik olarak daha gelişmiş daha müreffeh bir Türkiye hayal ediyoruz. Daha sağlam ve kalıcı politikalar geliştirmiş, geliştirdiği politikaları geriye yönelik analiz edip revizyonlarını hızlıca yapan bir Türkiye hayal ediliyor. Böyle bir yerde SD’nin bugün üstlendiği misyon çok daha kıymetli bir misyona dönüşür. Biraz önce Fahri Bey’in bahsettiği okunabilirlik ve erişebilirdik çok ciddi bir ihtiyaca dönüştü. Belki bu alanda SD’ye alternatif dergiler çıkar ki bu misyona hizmet edeceği için o da bizi sevindirir. Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık tanımı aslında kapsamlı gibi görünmesine rağmen hem çok anlaşılamaz hem de bugün için yetersizdir. Bu kadar genişleyen bir kavramı tek bir dergide toplamak aslında çok fazla konuyu ele alan, çok da homojen olmayan bir dergiye neden oluyor. Bu da SD’nin bir handikabı. Biz bu hızlı değişime SD olarak ayak uyduramadık. Ayak uydurmamız için alternatiflerin çıkması lazım. Artık sağlık ekonomisi, sağlık hukuku, sağlık bilişimi gibi alanların her biri bilimsel ve politika alanlarıdır. Ve bu alanların sadece biriyle ilgilenen meslekler türedi. Eğer biz her alanda ayrı bir dergi oluştursaydık belki daha az kişi tarafından okunan ama daha etkili, daha sıkı takip edilen bir yayın olurduk. Fakat bu kulvardaki boşluğu doldurmak adına SD bunların her birini birden kucaklamaya çalışıyor. Bu bugün için bir handikap ama gelecekte belki 2023’te, belki 17’inci yaşımızda SD, 10 farklı dergisi olan bir çatı yayın neden olmasın? Daha önce de değindiğim gibi Yayın Kurulundaki tartışmalarımız, biz çok da fark etmeden dergiye değişim olarak yansıdı. Belki ilerleyen süreçte de bu şekildeki bir değişim yaşanacaktır. Tüm bunları zaman gösterecek.
SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Eylül-Ekim-Kasım 2016 tarihli 40. sayıda, sayfa 28-31’te yayımlanmıştır.