Böyle bir konuyu işlemek, üstelik editör biraz da mizah katmamı istiyor! Gerçekten zor. Niçin mi? Anlatayım… Aslında çok da yabancısı değilim bu Türk Tabipler Birliği’nin (TTB)… Nihayetinde, temsil ettiği meslek grubunun 38 yıllık bir mensubu, dahası geçmişte Van Bölge Tabip Odası Başkanlığı yapmış bir insanım. Ama yine de yazmak kolay değil. Zira TTB deyince, “Türkiye halkının sağlığını korumak, geliştirmek ve herkesin kolay ulaşabileceği kaliteli ve uygun maliyetli sağlık hizmeti için çalışmak, meslek ahlakını en iyi şekilde korumak, tıp eğitiminin her alanında söz söylemek, hekimlik mesleğinin çıkarını her platformda dile getirmek, mesleğin ve üyelerinin maddi, manevi haklarını korumak” şeklinde tanımlanan görevleriyle değil daha çok başka işlerle gündeme gelen, daha da açık söylersek ideolojik görüşleri doğal varlık sebebinin önüne geçen bir örgüt akla geliyor! Ve bu örgüt, beni de mesleki anlamda, kurumsal olarak temsil eden sivil toplum kuruluşu, STK. İnternete girildiğinde karşılaşılan haberler-yazılar bu değerlendirmeye hak vermeyecek gibi değil:
Yıl 2018…
– Türk Tabipleri Birliği (TTB) Afrin operasyonuyla ilgili skandal bir açıklama yaptı: “Biz hekimler uyarıyoruz: Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur…

– Afrin’de gerçekleştirilen “Zeytin Dalı Harekâtı” için skandal “savaş benzetmesi” yapan TTB yöneticilerine gözaltı kararı…

– Cumhurbaşkanı Erdoğan: “TTB ve TBB’nin adından ‘Türk’ kelimesi kaldırılmalıdır!”

– Kılıçdaroğlu, TTB bildirisini kürsüde okudu ve sordu: “Neden alınıyorsunuz?”

Yıl 2017

– İstanbul Tabip Odası: Yazılı/görsel basında ve sosyal paylaşım ağlarında giderek yaygınlaşan, sağlık alanındaki tanıtım kurallarına aykırı, kimi zaman hasta mahremiyetini ihlal eden, açık ya da örtülü reklam niteliğindeki yayınlara karşı…

Yıl 2016…

– Bir kısım HDP’li milletvekilinin açlık grevi eylemine destek açıklamasında bulunan İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Selçuk Erez, 11 Eylül 2016 günü Evrensel’de yer alan açıklamasında, “Halkın alkış tutup tebrik etmesi gerekiyor. Kürt halkının temsilcisi Apo’dur. Barışa inanıyorsak, bir an evvel masa başına oturmalıyız.” demiştir.

Aynı yıl konu ile ilintili diğer bazı haberler ise şöyle:

– PKK Erzurum’un Tekman ilçesinde, asılsız hasta ihbarı yaparak yol kesip 1 ambulans ve 3 sağlık görevlisini kaçırdı. (24 Temmuz)

– 27 Temmuz; Mardin’in Nusaybin ilçesinde 3 ambulans silahla tarandı. (27 Temmuz)
– Bitlis Tatvan İlçe Devlet Hastanesine saldırı düzenlendi. (2 Ağustos)

– Ağrı’da bir ambulans çatışma bölgesine giderken yolda kurşunlandı. (3 Ağustos)
– Silopi Devlet Hastanesinde görevli Dr. Serdar Acar PKK’lı militanlarınca kaçırılarak darp edildi. (14 Ağustos)

TTB LGBTİ Çalışma Grubu;

– Araştırmalarda bugüne kadar orangutan, martı, penguen, kedi gibi 450 kuş ve memeli türünde eşcinsel davranışa rastlanmıştır. Eşcinsel meyve sineklerinin keşfi, son dönemde cinsel yönelimin biyolojik temeli alanındaki çalışmalarda çok önemli bir rol oynamıştır.

– Yanlış inanış: “Eşcinsellik geçici bir hevestir, merakla başlar; sosyal olarak öğrenilir ve zamanında müdahale edilmezse alışkanlık haline gelir.”

Yıl 2014…

– TTB Kime ve Neye Hizmet Ediyor?

Gaziantep’te hasta yakını tarafından katledilen şehidimiz Dr. Ersin Arslan’ı “Anma Günü” ilan edemeyen TTB’nin bölücü terör örgütünün siyasi uzantısının çağrısından ilham alarak 1 Kasım’ı “Kobani Günü” olarak ilan etmesi…

Yıl 2011…

– TTB’den ürperten rapor: “Bölgede binlerce ceset var.”

Yıl 2006

Toplumsal Çözülmenin Miladı: 12 Eylül 1980.

– Amerikalıların “Our boys” dedikleri generaller 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden tam 26 yıl geçmiş olmasına rağmen halen yargılanabilmiş değiller.

Yıl 2001

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi 2001 yılını değerlendirdi: “Sağlıkta elde kalan ne var?”

– Hatırlanacağı gibi, 1999 Nisan seçimlerinin ardından Mayıs 1999’da kurulan 57. Hükümet IMF ile bir anlaşma yapmış herkesten (elbette burada kasıt çalışanlardır) fedakârlık istemişti! 2001 Şubat kriziyle birlikte halk aldatıldığını anlamıştır.

– Üniversiteler: Tıp fakültelerinde kaldırılan eğitim ve araştırma fonları, kamu bütçesinden ayrılan payların düşüklüğü, iyice düşen öğretim üyeleri maaşlarıyla, eğitimden daha fazla kopmak ve para kazanmak zorunda bırakılan bir ortama itildiler.

– Tıbta Uzmanlık Eğitimi Kurultayı’nı toplamış, 400’e yakın katılımcıyla…

Ezcümle

Artık uzatmayalım; olumlusunu da olumsuzunu da yazdık çünkü! Şimdi “istikrar” kelimesinin anlamına gelelim ve bu kuruluş hakkında bir karar vermeye çalışalım! Arapçadan dilimize geçen istikrar kelimesi “karar” sözcüğünden türemiştir ve “bir halde kararlı olma, sabit olduğu yerde durma, aynı şekilde devam etme, yerleşik düzen kurma” gibi anlamlara gelmektedir. “İstikrarlı olmak” tabiri ise “bir işte dengeyi sağlama, sağlam adımlarla devam etme, kararlı olma ve bozuntuya uğramama” gibi tanımları karşılar. Bu durumda soralım: “TTB istikrarlı mı değil mi?” yani “bir halde kararlı olma, bozuntuya uğramadan aynı şekilde devam etme” durumunda mı değil mi? Karar vermede sizlere yardımcı olmak babında önce sizlere Van Bölge Tabip Odası seçimlerinde kullandığım tek slogan olan bir cümleyi hatırlatacağım: “Eğer seçilirsem, hani eskiden ‘Doktor, doktor civanım seni seviyor canım’ şarkıları bestelenirdi ya! İşte onların tekrar bestelenmesi için çalışacağım.” Sonra da bu en üst meslek kuruluşumuza bazı sorular yönelteceğim:

1. Bu TTB’den şöyle değerlendirmeler hiç duydunuz mu?

Şarkıcı mı daha çok kazanır hekim mi? (*)

Halife Harun Reşit’in meşhur şarkıcısı İbrahim Muslu öldüğünde 25 milyon altın Frank miras bırakmıştı. Hekimbaşısı Cibril’in bıraktığı miras ise 90 milyon altın Frank idi. Kıssadan Hisse: Günümüzde, mesela; bunca yıllık bir doktor-profesör olarak benim bırakacağım mirasla şarkıcı Tarkan’ın ya da bir başka meşhurunki ne kadar olacak? Bunu bilmek gerekiyor. Bunun cevabı, hekimliğin ve şarkıcılığın günümüzdeki değerini gösterecek ve Harun Reşit zamanıyla kıyaslama imkânı verecek çünkü!

Bir delinin davranışsal namusu! (*)

Bakırköy Akıl Hastanesinden hastaların kaçmasıyla ilgili olarak bir akıl hastasının yazdığı şiir ve kadına bakışı:

Kimisi üç-beş hasta kaçırırken günlük bahçe gezilerinden

“Ama bana söz vermişlerdi, nasıl yaparlar bunu?” diye şaşsam da elemimden

Döner gelirdi en zorluları akşamüstü paşa paşa

Bir kadın doktorun elinden kaçmak yakışmaz erkek olan başa.

2. İdeolojiyi baştacı edinen TTB, konuya bir de bu açıdan bakabildi mi?

Kasım ve doku uyuşmazlığı! (*)

Bir zamanlar Bursa Devlet Hastanesinde çalışıyordum. S… adlı bir Halkla İlişkiler Uzmanı arkadaşımız vardı. Günlerden 10 Kasım’dı. Çocuklar hastanenin kreşinin önünde toplanacak, heykeldeki Atatürk büstüne götürüleceklerdi. S…, beş yaşlarındaki oğluyla konuşuyor:

– Oğlum, şimdi hazırlanalım. Sizi Atatürk’e götürecekler!

– Atatürk’ü mü göreceğiz?

– Yavrum o öldü!

– Mezarına mı gideceğiz?

– Tam değil ama öyle gibi!

– Hıı! Tamam Baba!

– Tamam.

– Şey, baba…

– Ne var oğlum?

– Abdest alacak mıyız!

Kıssadan Hisse: Devletimizin kuruluş felsefesindeki değerlerle milletinkiler örtüşmedi. Kanımca bugünkü siyasi-ideolojik kavgaların temelinde bu doku uyuşmazlığı önemli bir yer tutuyor.

3. Tıp Tarihine objektif bakabildi mi?

“Şam’da kaysı” değil “Şam’da hastaneler” vardı! (*)

Bir Yahudi gezginin aktardığına göre 1160 yılında Şam’da 100’den fazla hastane vardı ve buradaki her türlü tedavi, bakım ve ilaç 300 yıl boyunca bedava verilmişti. Oysa o dönemlerde Batı’nın önde gelen hekimlerinden Paracelcus, eski Sümerlerden, Babillilerden kalan inançlarla;

 – Ay’ın beynin,

 – Jüpiter’in karaciğerin,

 – Satürn’ün dalağın,

 – Merkür’ün akciğerin,

 – Mars’ın safranın,

 – Venüs’ün de böbreklerin çalışmasını düzenlediğini söylüyordu!

İslam hekimliğinin Batı’daki etkisi çok olmuş ve 16.Yüzyıla kadar sürmüştür. Bu hekimliği Batı’ya taşıyanlar, özellikle 1267 yılında Viyana’da çalışma izni verilmesinden sonra Yahudi hekimler olmuştur.

Kızılderilileri bitiren asıl etmen? (*)

Kızılderilileri bitiren asıl etmenin beyaz adamın ateşli silahı ve atı değil, beyaz adamın hastalığı (çiçek) ve alkolüdür.

“İngiliz garnizon komutanlarından Sir Jeffrey Amherst, baş edemeyeceğini anladığı Kızılderililere Kaleden battaniye atmaya başlamıştı. Kızılderililer bunu bir barış niyeti olarak kabul etmiş ve ateşi kesmişlerdi. Oysa battaniyeler Çiçek Hastalığı Hastanesi’nden alınmıştı. Sir, böylece aylardır yenemediği Kızılderilileri iki hafta içinde yerle bir etmiş ve zafer (!) kazanmıştı.”

Ya da TTB’nin Dünyadaki sırat köprülerinden haberi var mı?

Dünyadaki gerçek sırat köprüsü; “EKT!” (*)

“Bence (Dr.A. Dilek) E.K.T. dünyadaki sırat köprüsüdür. En zındık, en kâfir insan dahi onun esrarlı görünümü karşısında imana gelir.”

Not: EKT (Elektrokonvulzif Tedavi / Elektroşok) genellikle ilaç tedavisine cevap vermeyen majör depresif bozukluk, manik epizod ve diğer ciddi mental bozuklukları olan hastaların tedavisinde elektrik verilerek yapılan bir tedavi yöntemidir.

Dünyadaki geçici sırat köprüsü; “Evlilik!” (*)

İsmi lâzım değil, 67 yaşında, muzip mi muzip Karadenizli bir hemşehrimiz vardı. “Emekli olunca bi rahat edeceğim” diye düşünmüştü ama malûm, insanoğlunun başına her şey geliyor. Zamanında iyi kazanmış, iyi harcamış, bir yıl önce de 40 yıllık eşinden boşanmıştı! Sebebi her ne idi ise, aradan pek de fazla bir zaman geçmeden yeniden evlenmeye karar vermişlerdi. Ancak bir sorun vardı; resmi makamlar “olmaz mutlaka sağlık raporu getirmeniz lâzım” diyordu. Çıktığı ilgili dairenin müdüründen de aynı cevabı alınca hemşehrimizin kafası bozulur ve lafını esirgemez: “Boşanurken istememiştunuz da şimdi niye isteyisunuz?”

4. Peki, TTB veya genel olarak tabipler hiç siyaset yapmasın mı?

Tarihimizde, doktorların yaptığı en önemli siyaset? (*)

Kimilerince, etkileri ve uzantılarının hâlâ devam ettiği gerekçesiyle, yakın tarihimizin en önemli siyasi hareketi olarak kabul edilen “İttihat ve Terakki Cemiyeti” birer askeri hekim adayı (öğrenci) olan Abdullah Cevdet, İshak Sukütî, İbrahim Temo, Hüseyin Zade Ali, Mehmet Reşit tarafından kurulmuştur.

Not: Bu cemiyetin yaptıklarının değerlendirmesini tarihçilere bırakıyorum.

II. Abdülhamid’in doktorların siyaset yapmasınabakışı? (*)

İttihat ve Terakki Cemiyetinin önemli üyelerinden Abdullah Cevdet, siyaseti bırakıp teklif edilen Viyana Sefareti Hekimliğini kabul ettiğinde Sultan II. Abdülhamid kendisine şunları söylemişti: Siz hekimsiniz değil mi? Benden meşrutiyet yerine hastane talep etseydiniz hem insani şefkat ve mürüvvete sahip olduğunuzu ispat, hem de mesleğinize layık olduğunuzu tescil etmiş olurdunuz…”

Kıssadan Hisse: Abdullah Cevdet’ler rejimi değiştirmeye kalkmıştı. O kadarına cevaz vermek elbette doğru değil ama bugünkü politikacıların siyasete aynı mantıkla yaklaşmasıda doğru değil. Mesela bir doktor kendini ne kadar yetiştirmiş olursa olsun, genellikle ona “Siyaset bizim işimizdir. Senkendi işini, doktorluğunu yap!” deniyor. Sanki kendilerinin siyaset okulundan damgalı, mühürlü, imzalı fermanları varmış gibi!

Evet, bütün bunlardan sonra artık “SON KARARI” vermek gerekiyor; TTB’de istikrar var mı yok mu? Hala karar vermekte bocalayan varsa, onlara bir “Amerikan Yardımı(!)” yapayım!

Kürt Sorununa “Akademisyen Bakış”ım

Bir kısım akademisyen (11 Ocak 2016, saat 04:22’ itibarıyla 1128 kişi) 1 Kasım seçimlerinin ardından, “Barış Bildirisi” adını verdikleri aşağıdaki metni imzaladılar. “Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesi gerekiyor” gibi ifadelerin de yer aldığı bu bildiri bir kısım ulusal medya ve bir o kadar da yabancı basın tarafından, özelde Hükümetin politikalarını, genelde ise Türkiye’mizi kötülemek üzere tepe tepe kullanıldı.İşte o akademisyenlerin bildirisi:

“Bu Suça Ortak Olmayacağız! Em Ê Nebin Hevparên Vî Sûcî! (TASARIMDA KUTU İÇİNDE VE KÜÇÜK PUNTO İLE YER ALACAK) Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız! Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir. Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir. Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz. Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz. Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”

Bu da o bildiriye koşut “Şahsi Bildirim!”:

“Şahsi” diyorum çünkü bu karşı bildiri tarafımdan, üyesi olduğum BİDDER (Bilim İnsanları Dayanışma Derneği) adına hazırlanmış ama günün konjonktüründe, dernek yönetimince yayımlanması uygun görülmemiş idi!

Kamuoyuna Duyuru (TASARIMDA KUTU İÇİNDE VE KÜÇÜK PUNTO İLE YER ALACAK) 21 Ocak 2016 / Yeni Akit Gazetesi Bizler… Devleti ülke-vatan denilen bağımsız topraklar üzerinde ortak yaşama iradesi gösteren insanların vücut verdiği; meşruiyetini insanların mal ve can emniyeti ile vatan topraklarının güvenliğini, adaleti, huzuru ve sosyal düzeni sağlamaktan, bir başka deyişle halkına-milletine hizmet etmekten alan; tarihten gelen damarı, atalarının-büyüklerinin kanı ve insanını gönlünden sarıp sarmalayan yanı ile kutsallığı da bulunan, bu bağlamda kudretli, müşfik ve kapsayıcı gölgesi herkesin üzerinde olan siyasi tüzel bir varlık olarak biliriz. Bizler… Ülke içinde biricik meşru güç kaynağı, ülke dışında ise bağımsız olmayı ifade eden “egemenlik” unsuru olmadan devletin de olamayacağını fakat aynı zamanda bu egemenliğin bir kişiye-aileye(monarşik), bir gruba-etnik unsura(oligarşik), veya bir dine-cemaate(teokratik) değil halka-millete ait olması gerektiğini de biliriz. Bizler… Devleti her şeye müdahale eden, bireyi kısıtlayan, mutlak güç ve yetkilere sahip “tiran devlet” (Leviathen) değil asli görevi toplumda hakemlik yapmak olan “çoğulcu devlet” (plüralist) ve devlete karşı insanı önceleyen “demokratik devlet” olarak biliriz. Bizler… Devletin olmadığı yerde, halkın-milletin vicdanının ortak sesinin, yani kanunların (Anayasa, yasalar) da ol(a)mayacağını, kanunun olmadığı ya da olup da ahlaksal, hukuksal ve tinsel manada işletil(e)mediği yerde insan hak ve özgürlüklerin, barışın, huzurun da olamayacağını biliriz. Bizler aynı zamanda… Günümüzde ülkelerin gelişmişliğinin, toplumun refah ve mutluluğunun bilim ve teknolojide kat ettikleri mesafe ile ölçüldüğü bunun da öncelikle finansal sermayeye değil, seven, duyan, gören, insan olmanın onurunu ve sorumluluğunu taşıyan, yurttaşlık bilincine sahip eğitimli bireylerin varlığına dayalı olduğunu biliriz. Bizler aynı zamanda… Bu kaynaklarının oluşturulmasında, baş aktörün, siyasilerden önce eğitimci ve bilim insanları olduğunu ve bunların da yetişme ve yetiştirme şartlarının kolay olmadığını biliriz. Bizler aynı zamanda… İlgili yasaların, bilimsel endişelere ve ülkemizi mutlu bir geleceğe taşıyacak gençleri yetiştirmeye matuf olmaktan öte, ihtilal mantığının bir uzantısı olarak rejimi korumak ve kollamak amacıyla hazırlanmış olduğunu ve on yıllardır akademi dünyasına kan kusturduğunu da biliriz. Bizler aynı zamanda… Konunun, “Ben gücümü halktan alıyorum, sorumlu olan ve hesap verecek olan benim, dolayısıyla bu işin dışında kalmam söz konusu olamaz!” diyen hükümetlerle “Yükseköğretim işi sadece benim işimdir, Anayasa ve yasalar bu görevi bana vermiştir, istediğimi yaparım” diyen darbe anayasasının beyinsel organı YÖK’ün kavgasını, bu çatışmayı Cumhuriyetin temellerine kadar götürüp rejim meselesi haline getiren, omuzlarında taşıdıkları “Ordu Göreve” pankartlarıyla ülkeyi antidemokratik düzenlere sürüklemek isteyen akademisyenleri, rektörleri, üniversiteleri de biliriz. Bizler aynı zamanda… Akademisyenlerin entelektüel bilinç, bilimsel namus ve etik ilkeleri ile insanlığın evrensel değerlerini içselleştirmiş, vizyonu ve misyonu olan liyakat sahibi insanlar olması gerektiğini; asıl işlerinin gençlere özgür, yetkin ve sorumlu bir kişilikle birlikte meslek kazandırılmak, araştırmalar yaparak toplumun yeni bilgiler, imkânlar sunmak, barışa dayalı sosyal bir düzen oluşturmak ve insanların-toplumların karşılıklı güven içerisinde yaşamasına yardımcı olmak üzere siyasilere ve kurumlara yol göstermek olduğunu biliriz. Bizler aynı zamanda… Akademisyenin bütün bunlara dair sorumluluğunu yerine getirirken kurumsal olarak özerkliğe, kişisel olarak da siyasiler ve akademik kurumsal güçler dâhil herhangi bir karışma olmaksızın araştırma yapma, düşüncelerini üniversite içinde ve dışında yayma hakkına yani akademik özgürlüğe sahip olmasının da gereğini biliriz. Sonuçta bizler… Devleti ulu bir çınar, âlimi, akademisyeni, bilim insanını da bu çınara can suyu veren hayati kaynak olarak görürüz, Osmanlının kuruluşundaki Osman Bey-Edebali misali. Sonuçta bizler… Akademi dünyasının yaşadığı zorlukların temelinde, cumhuriyetimizin kuruluşundaki hâkim düşünce olan toplumun esenliğinin öncelikle ve özellikle devletin bekasında görülmesi ve layüs’el kutsal devlet” anlayışının olduğunu da biliriz. Sonuçta bizler… Devlet-hükümet ve üniversite arasındaki ilişkinin “Ne mutlak devlet-hükümet otoritesi ne de akademik oligarşi. Herkes yerini sorumluluğunu ve sınırlarını bilsin, başkalarının belirlediği şu ya da bu safta değil kendi yerinde dursun ve işine yapsın” şeklinde olması gerektiğini de biliriz. Ama bizler… İş sokaklarda hendek kazılıp bağımsız bölgeler ilan edilmesine, hastanelerin, okulların yakılmasına, çoluk çocuk, asker-polis, üniformalı-sivil demeden kör hedeflerin bombalanmasına kısaca milletin ve vatanın bölünmesine gelince, orada durur ve herhangi bir safa da geçmeden her zaman olmamız gereken yerden bilim insanı vakarımızla sesleniriz:  1. Öncelikle bizler kendi dilimizi konuşuruz; devletin, hükümetin, bir partinin ya da bir başka kurumun kişininkini değil, ayrılıkçıların ya da bir terör örgütününkini ise hiç değil.  2. Bizler yaşama hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan tüm hak ve özgürlüklerin kesinlikle yanında ve takipçisi olmakla beraber bu hakların kullanılması hususunda sorumluluklarımızı da biliriz.  3. Bizler sokaklara hendek kazarak bağımsız bölgeler ilan etmenin, bahsedilen hakların güvencesi ve sosyal düzeni korumakla görevli olan devletin bu bölgelere girmesine silahla karşılık vermenin, ambulansları, itfaiyeleri engellemenin, hastaneleri, okulları yakarak insanların tedavi olma-yaşama-eğitim haklarını ellerinden almanın demokratik hak ve özgürlükler kapsamında değerlendirilemeyeceğini de biliriz.  4. Bizler devletiyle savaşmanın, canlı bomba olmanın, kamyonlarca patlayıcıyla lojmanlara saldırmanın, üç yaşındaki bebeleri öldürmenin, çözüm sürecini kötüye kullanarak şehirleri cephe haline getirmenin, toprak altına patlayıcılar yerleştirmenin, evleri, dükkânları cephaneliğe çevirmenin de bu haklara girmediğini ve buna, görev tanımını yaptığımız devletin asla müsaade etmemesi gerektiğini biliriz.  5. Bizler yeniden müzakere koşullarının hazırlanmasını, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, Kürt vatandaşlarımızın hak ve özgürlükler bağlamındaki taleplerine dair bir yol haritası oluşturulmasının rasyonel aklın gereği olduğunu biliriz, ancak geçmişte olduğu gibi bu sürecin (sözde) mahkemesiyle, vergi sistemiyle, öz güvenliğiyle kurtarılmış bölgeler elde etmek için kullanılacağını ve bu bağlamda barış imzacılarının metnindeki geçen “siyasi talep” tamlamasının “ayrılık, gayrilik, bağımsızlık” anlamına geleceğini de biliriz.  6. Bizler devletin vatandaşlarına asla şiddet uygulamaması gerektiğini biliriz ama hendek kazıp “burada devlet benim” diyenlerin de vatandaş değil ancak terörist olduğunu ve onlara devletin görev tanımı çerçevesinde, layık oldukları üzere ayrı bir hukuk uygulaması gerektiğini de biliriz.  7. Bizler bu konularda alabildiğine sorumsuz ve terör örgütünden yana da olsa sadece açıklama yapan bir kısım akademisyenin uluorta gözaltına alınmasının da doğru olmadığını ve soruna çözüm getirmeyeceğini biliriz.  8. Bizler “gelin barikatları yıkalım, hendekleri kapatalım, silahın adını bile anmayalım, fikrimizi açıkça ifade edelim, sözümüzü kesmeye kalkışanlara ‘âlimleri susturulmuş bir millet öksüz kalmış çocuk gibidir’ hatırlatmasını yapalım, bilim üretelim, insanlık değerlerine değer katalım, gençlere iyi bir gelecek, ülkeye yeni ufuklar açalım, siyasetçiye yol gösterelim, yüzyıllardır birlikte yaşamış, aynı cephede bu topraklar için savaşmış bir milletin çocukları olarak Kürt’üyle, Türk’üyle ülkemiz için çalışalım ve hep birlikte müreffeh bir Türkiye’de barış içinde, huzur içinde, kardeşçe yaşayalım” desek bunun ülkemizdeki silahlı ve silahsız ayrılıkçılar ile birlikte birtakım imzacı akademisyenlerce kabul görmeyeceğini de biliriz. Çünkü onların dertleri başkadır!.. Bunu da biliriz ve bilinmesini isteriz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. Prof. Dr. Şaban Şimşek SBÜ Rektör Yardımcısı

Netice ve Son Kararım!

Peki, bir Sağlık Bakanı’nın millete “Eskiden doktora teşekkür etmek, dualar etmek zorunda hissederdiniz kendinizi. Oysa bu bir haktır” (**) dediği; bir hastanın telefonda bir doçent doktor hanıma “Buraya gelecek ve köpekler gibi hizmet edeceksiniz!” (**) diyebildiği bir psikolojik atmosferde uygulanan performans sistemiyle; sanat olmaktan uzaklaştırılan, serbest meslek olmaktan çıkarılan, sermayeye pas pas edilen bir mesleğin en üst kuruluşu olarak TTB’nin bir şeyler yapması gerekmez mi? Evet gerekir ama onun yaptığı gibi değil. Haa bu arada editörün verdiği görev gereği soracak olursak… TTB yaptıklarında istikrarlı mı? İstikrarlı. Yani “bir halde durma’da” kararlı mı? Kararlı! On yıllardır ‘bozuntuya uğramadan’ yoluna devam ediyor mu? Ediyor, hem de milim şaşmadan!

Şimdi haklı olarak “Ee Şaban Hoca, TTB’ye de siyasete de söyleyeceğini söyledin, peki sen bu işin neresindesin?” diye soranlar olacaktır. İşte, yazının başında bahsettiğim “zorluk” meselesi de bu idi zaten! Ama ben kendisiyle hemşehri olmakla beraber Temel’in yaptığı gibi yapmayacak (***), topu taca da atmayacak ve net bir cevap vereceğim:

Akıllının biri Nasretin Hocaya sorar;

 – Hocam, cenaze töreninde tabutun neresinde durmak gerek? Sağında mı, solunda mı, önünde mi yoksa arkasında mı?

Hoca gülümseyerek cevap verir:

 – Evladım içinde olma da neresinde olursan ol!

Kaynaklar

(*) Doktor Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Dr. Şaban Şimşek, Barış Kitabevi, 2017, Ankara.

(**) Doktorum Altın Kafeste, Dr. Şaban Şimşek, Alfa Yayınları, 2010, İstanbul.

(***) Temel dersini çalışmamıştır ve sınavda çoktan seçmeli 5 şıklı soruları, zar atarak ne gelirse o sıradakini işaretlemektedir. Bir defasında üst üste (6) gelince, “Bu soru çok zor, bunu geçeyim” demiş!

Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.

SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Haziran-Temmuz-Ağustos 2018 tarihli 47. sayıda, sayfa 70-73’te yayımlanmıştır.