Dilimizde tek bir sözcükle ifade ettiğimiz pek çok farklı durum için başka dillerde ayrı sözcüklerin kullanılıyor olması bazılarına göre Türkçe’nin üstünlüğü gibi görülse de en azından sağlık politikaları açısından bu durum tam bir kargaşa anlamına gelmekte ve her anlamda olumsuz sonuçlara yol açmaktadır.
Örneğin “hastalık” sözcüğünün karşılığı olarak İngilizce’de var olan “disease”, “illness” veya “sickness” sözcüklerinin her biri ayrı bir durumu tanımlamak için kullanılmaktadır. Aslında bireysel bir algı, sosyal bir durum veya tıbbi bir tanı olarak en az üç farklı biçimde tanımlanabilecek olan hastalık hallerinin tümü dilimizde tıbbi tanı anlamına indirgendiği için neredeyse hekime giden her vatandaşa bir tanı konulmakta ve tedavi verilmektedir. Bu da günlük hayatımızda aslında normal olan pek çok insani ve sosyal durumun hastalığa dönüşmesine ve “günlük hayatın tıplaştırılması”na neden olmaktadır.
Devlet işlerini yönetme bilim ve sanatı anlamına gelen “politics” sözcüğü ile bir konudaki amaçları gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan kararlar konusunda yol gösterici kurallar ve ilkeler anlamına gelen “policy” sözcükleri için de benzer bir kargaşa vardır. Her iki anlam için de dilimizde “politika” sözcüğü kullanıldığından, sağlık politikalarına ilişkin anlamlı tartışmalar yapmak neredeyse olanaksız hale gelmektedir. İzlenen politikalar, o politikayı dile getiren politikacılarla özdeşleştirilip hemen yandaşlık ya da karşıtlık psikolojisi ile ele alınmakta, ilkesel tartışmalar yapmak zorlaşmaktadır.
Sık karşılaşılan bir kavram kargaşası da “Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri” ile “Temel Sağlık Hizmetleri” kavramları ile ilgilidir. Birinci basamak sağlık hizmetleri, bir ülkedeki sağlık sisteminde hastalıkların tanı ve tedavisi için ilk başvuru yeri olarak örgütlenmiş olan muayenehane, sağlık ocağı, aile sağlığı birimi gibi genellikle ayakta tanı-tedavi hizmetlerinin verildiği birimleri ifade etmektedir. Birinci basamak, ayakta tanı ve tedavi hizmetlerine ek olarak bireye yönelik bazı koruyucu hizmetleri de kapsaması nedeniyle çok zaman ve yanlış olarak “Temel Sağlık Hizmetleri” kavramı ile aynı anlamda kullanılagelmiştir. Oysa “Birinci basamak” İngilizce “Primary care” teriminin dilimizdeki karşılığı, “Temel Sağlık Hizmetleri” ise “Primary Health Care”in karşılığıdır. Karışıklık İngilizce terimlerin benzerliğinden kaynaklandığı halde maalesef dilimizde de sürmektedir. DSÖ tarafından 1978 yılında Alma-Ata Bildirgesi ile tanımlanan Temel Sağlık Hizmetleri, bir ülkede vatandaşların tamamına, yaygın biçimde ve yaşadıkları yerin yakınında sektörler arası işbirliği ve vatandaşın katılımı ile sunulması gereken ülke koşullarına göre değişebilmekle birlikte “en az”ı belirlenmiş olan bir hizmet paketini ifade ederken, “birinci basamak” o ülkenin tedavi edici hizmet sunumunda ilk başvuru yerini ifade eden bir kavramdır. Yani birinci basamak hizmetler, temel sağlık hizmetleri paketinin içinde yer alan bir grup hizmetin adıdır.
“Sağlık sistemi” kavramı ile ilgili olarak da benzer bir sorun söz konudur. Dilimizde sağlık sistemi kavramı çok geniş anlamda ve çok zaman yanlış olarak “sağlık hizmet sistemi” ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bu yanlış kullanımın temelinde de İngilizce “health system” ve “health care system” kavramlarının benzerliği yer almaktadır. Sağlık hizmet sistemi bir ülkede ya da bölgedeki sağlık “sektörü”ne verilen isimdir. Bu sistem içerisinde sağlık hizmeti sunumunda rolü olan hastaneler, muayenehaneler, hizmet sunucuları, sağlık teknolojisi ve ilaç endüstrisi gibi her türlü kurum ve kuruluş yer alır. Daha kısa bir deyişle, sağlık hizmet sistemi sağlıkla ilgili “sunum” cephesine verilen isimdir. Sağlık sistemi ise bireylerin ve toplumun sağlığı ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olan tüm paydaşları, kurum, kuruluş ve sektörleri ifade eder. Örneğin, eğitim, tarım ürünleri, gıda endüstrisi, çevresel riskler, sağlık okur-yazarlığı gibi, sağlık hizmetinin “talep” cephesini etkileyen, ilgilendiren konular da sağlık sisteminin içinde yer alır. İnsanlar genellikle hastalandıkları zaman tedavi olabilmek ve ihtiyaçları anında her türlü sağlık hizmetine ulaşabilmek arzusunda olduğundan onları öncelikle ilgilendiren konu sağlık hizmetlerini sunan sisteminin nasıl olduğu konusudur. Oysa sağlık politikaları ele alınırken, sağlığın korunmasına, geliştirilmesine, bireylerin ve toplumun iyi olma hallerine katkıda bulunan her türlü hizmet, ürün ve politikaların, yani sağlık sistemlerinin dikkate alınması gerekir. Bu nedenle de sağlık politikalarını bir ülkenin diğer politikalarından bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Bilgi çağında yaşadığımızı her vesile ile dile getirmemize ve akademik çalışmaların temel amacının “bilgi” üretmek olduğunu vurgulamamıza rağmen, birbirinden farklı kavramlar olan enformasyon ve bilginin çok zaman aynı amaçla kullanılması da sık karşılaşılan bir durumdur. Bu nedenle enformasyon için dilimizde özel bir sözcük bile bulunmamaktadır. En kısa tanımı ile “işlenmiş veri” anlamına gelen enformasyon, sağlık yöneticisinin doğru zamanda doğru kararları alabilmesi için ihtiyaç duyduğu kanıtlar anlamına gelir. Sağlık hizmeti sunan her çağdaş kurum ve kuruluşta sağlıkla ilgili verileri toplayan ve enformasyona dönüştüren “sağlık enformasyon sistemleri”, “hastane enformasyon sistemleri”, “yönetim enformasyon sistemleri” bulunur. Buralarda üretilen enformasyon, deneyimler ışığında yorumlanarak “bilgi”ye dönüştürülür ve sağlıklı kararlar alınmasında yol gösterici rol oynar. Bu kavramların anlamını bilmeyen ve merak etmeyen pek çok sağlık yöneticisi için ise bu sistemler, toplanması gereken bazı verileri, resmi kurumların istediği istatistikleri toplamaktan başka anlam taşımaz.
Epidemiyolojide kullanılan temel kavramlardan olan prevalans ve insidans sözcükleri dilimize çevrilmeden girdikleri halde kavram kargaşası bunlarda da görülmektedir. Pek çok hekim ve öğretim üyesi iki kavram arasındaki farkı ya bilmemekte ya da önemsemekte, “görülme sıklığı” diyerek geçiştirmektedir. Oysa bir toplumda belirli bir anda saptanan tüm olguların görülme sıklığı anlamındaki prevalans sözcüğü, aynı toplumda belirli bir süre içerisinde ortaya çıkan yeni olguların görülme sıklığını ifade eden insidanstan çok farklıdır. Aradaki farkı açıklamaya bu sözcükler de yetmediği için, “insidans yoğunluğu”, “kümülatif insidans”, “nokta prevalans”, “süre prevalans” gibi ilave kavramların geliştirilmesine gerek duyulmuştur. Çeşitli sağlık sorunlarının insidans ve/ya prevalansı konusundaki ayrıntılı bilgiler, bir bölgenin ya da ülkenin sağlık alanındaki önceliklerinin belirlenmesi ve sunulacak hizmetlerle ilgili planlama ve yatırımların daha akılcı biçimde yapılabilmesi için gereklidir.
Bir başka kargaşa da hastalık ve ölümlerin miktarını ifade etmek amacıyla kullanılan “oran” ve “hız” sözcüklerinin kullanımı ile ilgilidir. Oran, aslında birbirinden çok farklı kavramlar olan ve farklı yöntemlerle hesaplanan İngilizce’deki “proportion” ve “ratio” sözcüklerinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bazı yazarlar ratio karşılığı olarak oran, proportion karşılığı olarak orantı sözcüğünü kullanmayı denemişse orantı sözcüğünün pek benimsenmediği ve yerleşmediği görülmektedir. Bir parçanın bütün içerisindeki payını ifade etmek amacıyla kullanılan ve paydaki değerin payda içerisinde yer aldığı bir bölme işlemi ile hesaplanan (a/a+b) “proportion” anlamındaki oran ile bir parçanın başka bir parçaya ya da başka bir değere göre durumunu ifade eden (a/b) “ratio” anlamındaki oran, sağlıkla ilgili olayları izleme ve anlama açısından çok farklı anlamlar ifade etmektedir. Sağlık düzeyini gösteren temel ölçütler arasında yer alan, “bebek ölüm hızı”, “fatalite hızı”, “toplam doğurganlık hızı” gibi pek çok tıbbi terimde yer alan “hız” sözcüğü ise İngilizce “rate” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılır. İngilizce’de hız anlamına gelen “velocity”, “speed” sözcükleri “rate” sözcüğünün ifade ettiği hız kavramından farklı amaçlarla kullanılır iken dilimizde tümü için aynı sözcük kullanılmaktadır. Bir tür oran olan hız, formül olarak proportion anlamındaki orana benzemekle birlikte kullanım amacına bağlı olarak yorumu çok farklı olabilmektedir.
Sağlık durumunu değerlendirme ya da araştırma amaçlı veri analizleri sırasında ihtiyaç duyulan ve sık kullanılan “olasılık” kavramı da başlı başına bir sorundur. Örneğin, İngilizce birbirinden farklı durumlar için kullanılan “probability”, “odds”, “likelihood”, “possibility” sözcüklerinin tümü için dilimizde kullanılan sözcük tektir ve “olasılık”tır. Benzer şekilde, “risk” ve “hazard” sözcüklerinin dilimizdeki karşılığı “tehlike”dir. Bu sözcüğü “danger” karşılığı olarak da kullanırız ve önemli epidemiyolojik kavramlar olan “risk ratio” ve “hazard ratio” arasındaki farkı ifade edecek Türkçe terimlerimiz ne yazık ki bulunmamaktadır. Sağlık hizmetlerini değerlendirme amacıyla kullanılması gereken görülme sıklığı, hız, oran, risk, olasılık hesaplarını tartışmak için gereken kavram birliğinin sağlanamadığı, kavram kargaşasının önlenemediği, herkesin kendine göre anlam çıkardığı bir ortamda, sağlık hizmetlerinin örgütlenme ve yönetimi konusundaki politikaların tartışılmasının ne derece mümkün olabileceği yanıt bulunması zor bir sorudur.
Bu örneklere çok sayıda başka örnekler eklemek mümkündür. Ancak amaç dilimizi kötülemek veya başka bir dili yüceltmek değil, sağlıkla ilgili terminolojimizin, bilim dilimizin neden kısır kaldığı ve bu kısırlığın tartışmalarımızı nasıl etkilediği konusudur. Bu kavram kargaşası nedeniyle 1961 yılında yapılan Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi uygulamalarına sırf yasanın adında yer alan “sosyalleştirme” sözcüğü nedeniyle, komünistlerin bir sistemi gözüyle bakıldığı ve sağ politikacılar tarafından hiçbir zaman benimsenmediği bu konularla ilgilenen herkesin malumudur. 12 Eylül darbesi sonrasında vatandaşa sağlık hizmetlerinde “sosyalizasyon” konulu eğitim yaptığı için “komünizm” propagandası yapmaktan dolayı gözaltına alınan hekimler ve sağlık personeli olmuştur. Benzer şekilde, Sağlıkta Dönüşüm Programı içerisinde yer alan Aile Hekimliği uygulaması uzun süre ya Aile Hekimliği Uzmanlığı ile karıştırılarak tartışılmış, ya da Aile Hekimliği kavramının kapitalist ülkelerde yaygın olması nedeniyle sağlıkta özelleştirmenin bir aracı olarak görülmüştür. Hele bu uygulamanın, muhafazakar bir “politik” parti tarafından gündeme getirilmiş olması, birinci basamak örgütlenmesindeki “politikaların” tartışılmasını neredeyse imkansız kılmıştır.
Yıllar önce kurulan ve asıl amacı liselerde sağlık bilgisi dersi verecek olan öğretmenler ile topluma yönelik sağlık eğitimi programlarında yer alacak profesyonelleri yetiştirmek olan Sağlık Eğitim Fakülteleri, sırf bazı karar vericiler “sağlık eğitimi” kavramını “hasta eğitimi” olarak algıladığı için kapatılmıştır. Bugün sağlık bilgisi dersi, bu konuda eğitimi olmayan başka meslekler tarafından verilmektedir ve doğal bir sonuç olarak toplumumuzun “sağlık okur-yazarlığı” konusunda neden yetersiz olduğu anlaşılamamaktadır.
Dilimizi kısırlaştırma eğilimi sadece sağlık alanında değil, günlük hayatın her alanında belirgindir. Vücudundaki bazı organların adını bile kendi dilinde ifade etmekten utanıyor olmak ve Türkçe sözcükler yerine Latince, Farsça sözcükleri tercih etmek ne yazık ki topluma örnek olması gereken hekimlerimiz ve aydınlarımızdan başlayarak hepimizin ortak özelliğidir. Hatta bu konu 12 Eylül darbesinden sonra bir tür devlet politikası haline gelmiş, bu dönemde çıkarılan ve “muzır neşriyat yasası” olarak bilinen yasa nedeniyle bir şiirinde “g.t” sözcüğünü kullandığı için ünlü şair Can Yücel hâkim karşısına çıkarılmış, toplumun ahlakını bozduğu gerekçesi ile yargılanmıştır. Benim bu sözcüğü yazarken nokta ile kamufle etme ihtiyacı duymam da ne yazık ki dilimize karşı oluşturduğumuz bu sansürcü anlayışın bir sonucudur. Başka kültürlere özenmek, onları taklit etmek, sözcüklerini çalmak ayıp karşılanmamakta, ancak, kendi ana dilimizdeki bir sözcüğü kullanmak nedense ayıp, hatta suç sayılmaktadır.
Duygu, düşünce paylaşımını, iletişimi sağlayan en önemli araç ve insanları hayvanlardan farklı yapan başlıca özellik olan dilin zenginliği arttıkça toplumların gelişmişliğinin de arttığı görülmektedir. Dildeki sözcüklerin, düşüncelerin birer yansıması olduğu dikkate alındığında dil zenginliğinin, düşünce zenginliği anlamına geleceği ortadadır. İnsanlar, hayvanlardan daha çeşitli ve anlamlı sesler çıkarmakla yetinmemiş, zaman içerisinde bu sesleri çizmeyi akıl ederek yazıya dönüştürmüş ve daha uzaktaki kişilere de ulaştırılabilmeyi sağlamıştır. Günümüzde iletişim teknikleri daha da ileri gitmiş, seslerin, görüntülerin, bedenimizdeki, çevremizdeki, atmosferdeki değişikliklerin veri şeklinde akıllı cihazlarımıza yüklenebilmesi, buradan da işlenerek başkalarına aktarılabilmesi mümkün hale gelmiştir. Hal böyle iken kendi dilimizde konuşma ve yazma konusundaki kavram kargaşamızı bile aşamamış olmamız düşündürücüdür.