Günümüz Türkiye’sinde gazetecilerden oyunculara, politikacılardan işadamlarına kadar pek çok insan “ben tarikatı”nın müridi. Bu insanlar kendilerine tapınmayı, var olma sebebi haline getirmiş durumdalar. Onlara kalırsa hayatın asıl amacı, ne pahasına olursa olsun başarmaktır. Başarabilenler, hak ettikleri için başarmıştır. Başaramayanlar ise zaten yeteneksiz ve hak etmemiş insanlardır. “Ben tarikatı”nın müridanı, kendisini her dem yeniden pazarlama hevesindedir. Gazetelerin magazin sayfaları, bu itibarsız şöhretlerin şişmiş egolarıyla doludur.
Modern dünyada başarının her şeyi meşrulaştıran bir işlevi var. Kişi eğer başarı merdivenlerini tırmanmışsa, oraya hangi yöntemleri kullanarak ulaştığı sorgulanmıyor. Başarının, bireye kendisini diğer insanlardan üstün görme hakkı verdiği kabul ediliyor. Benlikleri kutsamanın en önemli vasıtalarından biri başarı. Ama neyi başarmak? İyi bir bilim adamı olmanın, hayırseverliğin veya dürüst bir yurttaş olarak kalmanın günümüz Türkiye toplumunda şöhret, para ve iktidara tahvil edilebilir bir tarafı yok. Başarı, günümüz Türkiye’sinde şöhret, para ve iktidarın kapılarını açabildiği sürece anlamlı.
Başarının güncel tanımlanma biçimiyle ilgili olarak şöyle bir sorun var: İnsanlar topluma, kültüre, insanlığa sunabildikleriyle değil, kendilerine sunabildikleriyle başarılı sayılıyor. O yüzden ünlü ekran yüzlerini, cemiyet sayfası gediklilerini, bir sosyal sorunun çözümünde öncülük ederken göremiyoruz. Onlara para ve itibar olarak geri dönmüyorsa neden değerli vakitlerini heba etsinler, değil mi?
Günümüzde benliğin kendisi, tek başına bir değer sağlayıcı haline geldi. ‘Benim için iyi olan iyidir’ diyoruz. Bir dünya görüşüne, bir dine, bir anlam çerçevesine atıf yapmamıza gerek yok. Kişisel çıkarlarımıza hizmet ediyorsa, ahlâkın genel kurallarından bağımsız olarak, o şey iyi sayılıyor. Benliğin üstünde bir ahlâkî otorite yoksa bireyin teslim olacağı bir ahlâk kodu yürürlükte değilse, o zaman kişinin toplumsal faydayı değil de kişisel faydayı yeğlemesi meşruiyet kazanıyor. Dostoyevski’nin bilinen cümlesiyle söylersek, ‘Tanrı yoksa her şey mubahtır’. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü hakkında eğer nesnel ölçütler ortaya konulamıyorsa, o zaman herkes kendi benliğini kendisine rehber edinecektir. Ahlâk artık kişisel bir sorun ve bireysel bir karardır.
İnsanın ‘kendisini tavaf eden hacı’ olduğu bir zamanda, ilişkiler de kısa ömürlü ve yüzeysel. Coğrafî hareketlilik mekâna sadakati ortadan kaldırıyor. İnsan ilişkilerinde diğerkâmlık ve sadakat mumla aranıyor. Güven aşınıyor. Sadece kendi benliklerini referans alan insanlar, bir diğerine şüpheyle bakıyor. “Beni kullanmak istiyor olmasın? Beni sömürerek kendisine menfaat sağlayacak olmasın?” tarzı şüpheler, dostluk ve dayanışmanın altını oyuyor. Hiçbirimiz karşımızdaki insanın aklını okuyamayız. Ama toplumsal hayat asgarî bir güven duygusuna gereksinir, diğer insanların iddia ettikleri ve göründükleri kişi olduklarına inanmamızı gerektirir. Sağlıklı bireyler olmak için başkalarına ve dünyaya karşı temel bir güven duygusu geliştirebilmemiz icap eder. Maalesef günümüzün ruh iklimi fazlasıyla karamsar, duygusuz ve şüpheci. Hayatın sunduğu yegâne armağanın “dünyevî zevkler” olduğunu düşünen “ben tarikatı” üyeleri, yabancılaşmanın öncü kuvveti olarak, “anlam krizi”ni tırmandırıyor. Altmışlı yılların dünyayı değiştirebileceğine inanan iyimser insanlarının yerini, iki binli yıllarda şüpheci, ümitsiz, bitkin ve karamsar bir kuşak almış durumda. Kendi hayatını efsaneleştirerek, kendi benliğine tapınarak anlam buhranına çare arayan bir kuşak karşısındayız. Hayat “ben”le başlıyor ve “ben”le nihayet buluyor. Güven, inanç ve imanın bittiği bir noktada İslamcısından solcusuna, Atatürkçüsünden sağcısına dek “dava delisi” insanlar kayıplara karışıyor ve insanlar bir üst kimlik olarak “ben tarikatı”nda buluşuyor. Geçmişin kesin inançlıları, bugün para, şöhret ve iktidar olarak geriye dönecek bir başarının izini sürüyor. Katı olan her şey buharlaşıyor.
Bir “bencillik çağı”nda yaşıyoruz, doğruluk ve meşruiyeti kabul görmüş ahlâk kaideleri değil kendi ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. “Bir şeyi ben çok istiyorsam o olmalıdır ve doğrudur” diyoruz. “Benlik kültü”nü kutsayan ve başarıyı sadece maddi ifadeler içinde anlamlandıran bir ticari ahlâk, insanı önceleyen bir ahlâkla kıyaslandığında daha az sevgi üretiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı çoğaltmak, beklenebileceği gibi, kapitalizmin yapması gerekenler arasında anılmıyor. Narsisizm, “modern zamanların Protestan etiği” olarak küresel yaygınlık kazanıyor. Elektronik medya yüzeysel imgelere yaslanıyor, öz ve derinlik yok sayılıyor.
“Ben tarikati”nin temel özelliklerinden biri, eşduyum yeteneği gösteremiyor oluşu yani karşısındaki insanın duygularını anlamakta ve yorumlamakta gösterdiği yoksunluk. Yalnızca kendisi için yaşayan, diğer insanlara sadece kendisini yüceltsin ve övsünler diye değer veren ve istediğini aldıktan sonra bir kâğıt mendil gibi onları bir kenara atan, cinselliği aşksız ve nezaketsiz, insan ilişkileri sığ, sevebilmekten âciz bir kişilik. Böylece mahremiyet yerini laubaliliğe, aşk yerini duygusuz cinselliğe bırakıyor. Narsisistik klon bütün dünyaya yayılırken biz de hakkın gücüne değil gücün hakkına inanmaya başlıyoruz.
Ruhları ele geçiren bir istila karşısındayız ve elimizde savaşmak için kadim insanlık değerlerinden başka bir silah yok. Toza karşı toz, kibre karşı tevazu, sığlığa karşı derinlik, bencilliğe karşı diğerkâmlık, hasede karşı dayanışma, hıza karşı yavaşlık, yalnızlığa karşı yârenlik, som akla karşı gönül. Bir toplumda gönlün şarkılarını söyleyenler varsa narsisizm hastalığı burçları aşıp orada otağ kuramaz. “Tarab benim, ben tarabım” diyor büyük şair, iş mutribin sesini duyacak kulak olmakta!
Yazının PDF versiyonuna ulaşmak için Tıklayınız.
Eylül-Ekim-Kasım 2009 tarihli SD 12’inci sayıda yayımlanmıştır.