Türkiye’de pediatri alanının duayenlerinden Prof. Dr. Şinasi Özsoylu bugün 87 yaşında. Ülkemize bilhassa pediatrik hematoloji alanında yıllarca hizmet eden, suni mamanın el üstünde tutulduğu 60’larda bir avuç bilim insanı ile birlikte anne sütü mücadelesi veren, Türk yükseköğrenim tarihinde adı altın harflerle yazılı bir büyük öncü olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile uzun yıllar birlikte çalışan ve yaşadıklarını “İhsan Doğramacı 40 Yıl” adlı bir kitapta anlatan Şinasi Hoca ile SD Dergisi için bir röportaj yaptık. Hacettepe Üniversitesinin Beytepe Kampüsünde bize kabul eden Prof. Özsoylu, papyonu, fötr şapkası, bastonu, zarafet dolu tavırlarıyla bizi kendisine hayran bıraktı. Özsoylu’nun öylesine kibar, öylesine beyefendi bir üslubu var ki tasviri zor. Hekimliği çok önemsiyor; empatiyi, iyi insan olmayı, bildiklerimizi kritize etmenin gereğini altını kalın harflerle çiziyor; şükür ve selamı dilinden düşürmüyor.

“Tıp, duraksamadan koşulması gereken bir yoldur”

Öncelikle Prof. Dr. Şinasi Özsoylu’yu sizin ağzınızdan dinlemek istiyoruz. Aileniz, çocukluğunuz, eğitimleriniz, akademik yaşamınızı ve şu anda ne yaptığınızı anlatabilir misiniz?

Efendim ben Tekel memuru Ahmet Fazıl Bey ile Azime Hanım’ın 3. çocuğu olarak 29 Ağustos 1927’de Erzurum’da dünyaya gelmişim. Babamın memuriyeti sırasında Doğunun farklı yerlerinde bulundum. İlkokula o zaman Kars’ın kazası olan Çıldır’da başladım. 3 derslikli, 5 sınıflı bu okulun öğretmenlerinin üzerimde büyük etkisi oldu. Tebeşiri dahi olmayan bir okulda hiç şikâyet etmeden eğitim verdiler. Fakirlik çoktu. Arkadaşlarımın bir kısmı köylerden geliyorlardı. Yarım saat, bir saat karda yürüyüp gelenler vardı. Sonra rahmetli babam Mersin, Tarsus’a vazifelendirilmesinden dolayı eğitimime orada devam ettim. Ortayı Tarsus’ta, liseyi ise Adana’da parasız yatılı okudum. Devletime, anama, babama olan borcumu ne kadar gayret etsem ödeyemem. İmtihanlarımı başarıyla verdiğim için İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine parasız yatılı olarak alındım. Yurt, insanı eğiten bir yerdi. Arkadaşlarımın birçoğu başarılı öğrencilerdi, birbirimize faydamız oldu. 1951 yılının 30 Nisanında arkadaşlarımdan 2 ay evvel fakülteden mezun olup iç hastalıklarına asistan oldum. Ardından mecburi hizmet için Van’ın Başkale’ne gittim. Tabi ki birtakım ideallerim vardı, acele ediyordum. Hâlbuki bilinenlerin bir kısmının doğru olmadığını henüz bilmiyordum. Tecrübelerim, bilmediğim çok şey olduğunu, bildiğim sandıklarımın bazılarının yanlış olduğunu zamanla öğretti. Halen de gayem daha çok şey öğrenmek. Mecburi hizmetin ardından Ankara’ya döndüğümde rahmetli İhsan Doğramacı Bey, bugün İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi olarak bilinen zamanın Hacettepe Çocuk Hastanesini kurmaya çalışıyordu. Çok iyi niyetli, yetişmemiz için elinden gelen yapan biriydi. Herkes onu üniversiteler kuran başarılı bir işadamı, başarılı bir üniversite yöneticisi, başarılı bir bilim adamı olarak görüyor. Bunlar doğrudur. Ancak Doğramacı bunların yanında o biz genç akademisyenlere rol model olmak, önümüzü açmak, bilinenlerin yanlışlarını yakalayıp bilim üretmek için fırsatlar ortaya çıkarmak istiyordu. Son yılım başasistan olarak geçti. 7 gün 24 saat görev yapıyordum. Bunun bana çok faydası oldu. Yatan tüm hastaları biliyordum. Çok kısa süre zarfında bilinenlerin çok fazla doğru olmayabileceğini gördüm, yeni şeyler üretmem, olaylara farklı gözle bakmam gerektiğini öğrendim. O zamana kadar ülkemizde ful time yoktu. 1956 senesinde ful time sözünü ilk kez rahmetli Hoca Bey’den, Doğramacı Hocadan işittim. Başasistanlığım bittikten sonra Amerika’ya gittim. Oradaki düzeni öğrendim. Herkesin daha başarılı olmak için yorulmak bilmez bir şekilde azmini gördükten sonra tıbbın duraksamadan koşulması gereken bir yol olduğunu anladım. Oradaki eğitimim ve öğretimim sırasında biyokimya bilgilerimin yeterli olmadığını anladım ve 1 yıl kadar o alanda eğitime devam ettim. Ardından da pediatrik hematoloji alanında çalıştım. 1963 yılında Türkiye’ye döndüm. Ankara Üniversitesi’nde 1964’te doçent oldum, ardından Hacettepe Üniversitesi kuruldu ve ben de orada 1969 yılında profesör oldum. 1971 yılında 2 yıllığına tekrar Amerika’ya gitme fırsatım oldu. 1973’te ülkemize döndüm ve hizmete başladım. Bilimsel veriler neredeyse 2 yılda bir değiştiğine göre daima saplantı yerine şüpheci olmam gerektiğini öğrendim. Tıpta kritik düşünce, kritik okuma, kritik yargılama esastır. Eğer bilinenleri öğrenmekle uğraşırsam ömrüm boşa geçmiş demektir. Kritik öğrenme içerisinde öğrencilerimin sorduğu soruların ve arkadaşlarımın önemli yeri olduğunu söylemeliyim. Tıpta davranış esastır. Bilgi önemli ve gereklidir ancak yeterli değildir. Acaba daha iyisini nasıl yapabiliriz diye düşündüm ve asistanlarımla öğrencilerimin bu noktada çok büyük faydasını gördüm. Benim ufkumu açtılar ve beni gelişmeye zorladılar. Bana öğretenlere şükran borçlu olduğum kadar öğrenmeme ve öğrendiklerimim düzeltmeme yardımcı olan asistanlarıma, öğrencilerime ve arkadaşlarıma çok müteşekkirim. Esas olanın zulmetten şikâyet etmek yerine ışık yakmak olduğunu anlayınca ışık yakmayı, ışığın elden ele geçmesi için gayret etmeye çalışmasını ve İhsan Doğramacı’dan başlayan meşaleyi yurdun dört bir yanına götürmek gerektiği fikrini hep taşıdım.

Peki, Hacettepe’de göreve devam edip orada mı emekli oldunuz?

Evet. 1994’te yaş haddinden emekli oluncaya kadar Hacettepe’de çalıştım. Sonrasında o zamanki Fatih, şimdiki adıyla Turgut Özal Üniversitesine geçtim. Benim öğrencim şimdi Sağlık Bakanlığı bürokratlarından Uğur Dilmen Bey orada dekandı. Çok iyi bir insan, çok çalışkan, çok büyük gayreti olan biriydi. 2005 yılına kadar 11 yıl orada devam ettim. 2005’te sağlığım biraz bozuldu. Ara vermedim fakat artık paralı hizmet vermemem gerektiğini anladım, orada gönüllü hizmet vermeye devam ettim. Halen de devam ediyorum. Kendilerine çok müteşekkirim ki Cumartesi günü gittiğimde boş olan bir odada çalışmama müsaade ettiler. Halen de ediyorlar. Buraya gelen öğrencilerle sohbetlerde bulunuyoruz. Bilimin gelişmesi için, olaylara bakış açımızı güncellemek için birbirimize yardım ediyoruz. Bazen toplantılarımıza başka hocalar da geliyorlar. Bu yaptığımız, bilginin aktarımından ziyade, bilginin kullanılmasında dikkat edilmesi gereken şeylerin üzerinde duruyoruz.

“Bilinenleri öğrenmekle uğraşırsanız ömrünüz boşa geçmiş demektir”

Çok teşekkür ederiz hocam. Şimdi izniniz olursa yılların imbiğinden süzdüğünüz tecrübelerinizi dinlemek üzere birkaç sualim olacak. Okuyan, öğrenen, öğreteni paylaşan, selam veren, hal hatır soran bir beyefendi olarak anlatıyorlar sizi. Siz bu yorumlara ne dersiniz?

Bunlar için çok teşekkür ederim. Böyle görünüyorsam, bu benim istediğim şeye yaklaştığım anlamına geliyordur. Arabamın üstünde bir yazı var; “Bugün karşılaştığınız herkesi lütfen sevgiyle selamlar mısınız?” diyor. Ülkeyi ve insanları sevmenin, yapılanlara önem vermenin ve herkesi kucaklamanın esas olduğuna inanıyorum. Kimseyi dışlamadan, her fikre saygılı olarak, onu benimsemesem de ondan bir şey öğrenmeye çalışarak yaşamımı sürdürüyorum. Hep birbirimizi hoşgörüyle karşılamalı, yardım etmeyi esas almalı, böbürlenmeden ve kendini beğenmeden daha iyiye doğru gitmeliyiz. Ülkemizin gelişmesi için el ele vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Kimse kimseye çelme takmamalı. Birbirimize destek olmalıyız. Hepimizin bir bütünün parçaları olduğunu düşünüyorum.

Hocam sizce eğitim nedir, iyi bir eğitim nasıl olmalıdır?

Bir defa eğitimle öğretimi karıştırmamak lazımdır. Öğretimde bilinenleri ezberlersiniz ve kendinizi bir şey sanırsınız. Eğitimde öğrenirken kendinizi kritize eder ve kendinizi düzeltirken davranışlarınıza önem verirsiniz. Davranışı iyi olmayan bir hekimin bilgisi çok iyi olsa da çok fazla yardımcı olacağına inanmıyorum. 18 Ağustos 1950 senesinde kütüphanede çalışırken aklıma bir şey geldi: “Nasıl hekim olmak gerekir?” diye düşünürken defterime şunları yazmıştım: Bilgili, yardımsever, toleranslı, ilgili, hoşgörülü, anlayışlı, vefalı, fedakâr, iyi insan olaya gayret eden ve üstüne başına, giyimine dikkat eden biri olmalı. Bir hastayı muayene ederken bir hekime yakışan bir davranış ve kıyafet ile karşılamak gerektiğini düşünüyorum.

“Ne kadar hasta baktığın değil, seni geçen kaç kişi yetiştirdiğin önemlidir” tezine katılır mısınız?

Efendim her ikisi de önemlidir ve birbiriyle iç içedir. Gördüğüm hasta, kendimin veya öğrencimin eğitimi için faydalı ise çok önemlidir. Yani hastayı sadece bir gelir kaynağı olarak değil, bundan ne öğrenebilirim diye yaklaşırsan eğitimin bir parçası olur. Pratikte hastalarımız bizi daima eğitendir ve hiçbir hasta diğerinin aynısı değildir. Her seferinde farklı olanı görebilmek için dikkatli bakmamız gereklidir. İnternet ortamında bilgiye ulaşmak çok kolay hatta çok erken gerçekleşmektedir. Tek taraflı eğitim yoktur, eğitim iki taraflıdır ve bunu da yaşı yoktur. Çünkü ilmin bir sonu yok.

Bundan beş yıl kadar önce SD Dergisi için kendisiyle röportaj yapmaktan büyük memnuniyet duyduğum Prof. Dr. Hüsrev Hatemi bu kez dergimizin son sayısına “Hekim Duruşu” başlığıyla bir makale yazdı. Ben bu makalenin paralelinde size sormak istiyorum; iyi hekim nedir, iyi bir hekim nasıl olmalıdır?

Hüsrev Bey çok iyi düşünen, farklı düşünen bir insan. Yazısını henüz görmedim. Muhakkak ki öğreneceğim çok şey var. Benim yaklaşımımı sorduğunuz zaman hekim ile doktoru ayırmak isterim. Hekim, hikmet sahibidir. Doktor ise tıp fakültesi mezunu veya bir konuda doktora yapmış insandır. Bunlar diplomayı öne çıkartır. Hekimlikte diplomanın değil, insanlığın öne çıkması lazım. Hikmet sahibi olan hekim olayları yorumlarken farklı davranır. İyi hekim olabilmek için iyi insan olmak şarttır. Hekim iyi insan olmalıdır ki iyi hekim olmaktan zevk alabilsin. Hastasına “Al, bu reçeteyi git” diyen kişi doktordur. Günümüz tıbbında farmakolojiyi öne çıkartan bir anlayış hâkim ama aslında alternatif tıbbın da, tıbbın bir parçası olduğuna inanıyorum. Bu, farklı bir yöntem değil ki. Oysaya hastama reçete yazarken onunla sohbetim, ona hastalığını anlatmam da bir alternatif tıptır ve bugünkü ortodoks tıbbın yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Öyleyse buna alternatif tıp demeyeyim; bu komplementer tıptır yani tamamlayıcı tıptır. Komplementer tıpta farmakoloji ve tıbbi bilgilerimizin yanında hastanın psikolojik ihtiyaçları gidermek de bir tıp yaklaşımıdır.

Neden ortodoks tıp kelimesini tercih ettiniz?

Efendim şu anda ortodoks tıp uygulanıyor da onun için. Esasında tıp demek isterdim. Bugün daha çok “Al, bu reçeteyi git” anlayışı var ve o nedenle ortodoks tıp diyoruz. Hâlbuki reçeteyi ona vermekten çok onun itimadını kazanmak, onu bu reçeteden ve tedaviden fayda göreceğine ikna etmektir ki bu tamamlayıcı tıptır. Bugünkü anlayışın maddeden biraz daha ileriye gelmesi lazımdır.

“İnsana biyolojinin penceresinden baktığımda Allah’ı görüyorum”

Az önce yemek yerken bir şey dediniz: “İnsana biyolojinin penceresinden baktığımda Allah’ı görüyorum.” Ne demek istediniz hocam, açabilir misiniz?

Hay hay. Efendim ben çocukluğumda Çıldır’da ineklerimizi gece otlatmaya götürdüğümde gökyüzüne bakıp yıldızları takip ederdim. Kayan yıldızlatın birbirlerine çarpmadığını düşünerek hayranlık duyardım. Bu hayranlığım halen devam ediyor ama şimdi daha büyük bir hayranlığım var. Hücreye baktığım zaman organellerin çalışmasını, enzimlerin aktivitelerini, sitokinlerin yardımlarını ve bunların arasındaki koordinasyonu, kooperasyonu gördüğüm zaman, bir enzim ya da sitokinin yalnızca bir iş yapmadığını, birden fazla iş yaptığını, her seferinde bir yapıyı tamamladıklarını gördüğümde büyük bir hayranlık duyuyorum ve bunun hepsini Allah’ın kudreti olarak görüyorum. Yalnızca kan pıhtılaşmasını incelemem dahi, bu işin ne kadar büyük bir kudretin göstergesi olduğunu anlamama yeterli. Biyolojide nereye baksam Allah’ın kudretini görüyorum. Fakültedeyken gözün görmesini, içten gelenlerin çaprazlaşmasını ve optik siniri gördüğüm zaman Allah’ın kudreti karşısında gene büyük bir hayranlık duymuştum. Beynin arkasına bunlarla nakledilip retinadaki hayalin benim görmemi sağlamasını büyük bir kudretin parçası olarak görmüştüm. Ama şu anda hücreyi incelediğim zaman hayranlığım kat kat artmış ve bunların hikmetini anlayamayacağımı da bilerek büyük kudrete daha fazla bağlanmam ve ondan daha fazla yardım dilemem gerektiğini anlamış durumdayım. Bana ait olmayan bir sözü burada nakletmek istiyorum: Doktorlar yahut hekimler az sayıda hastayı iyi derler. Çoğuna yardım ederler. Ama hepsine ümit vermelidirler” diyordu. Ben de bu söze katılıyorum. Sahtekârlık, yalancılık olmamak kaydıyla bizler ümit vermekte yarışmalıyız. Ümit vermek bir hastaya en büyük yardımımızdır. Öbürleri ikinci, üçüncü derecededir.

Çok teşekkür ederiz. Söyledikleriniz SD’de hep yazıp konuştuğumuz, tartıştığımız, çok duygudaşlık kurduğumuz şeyler bir tarafıyla. Bir tarafıyla ise ufkumuzu genişleten, kalbimizi genişleten, bize yepyeni kapılar açan şeyler. Şimdi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Recep Öztürk’ün Hocamızın hürmetleri eşliğinde size yöneltmemi istediği birkaç soru var; onları size arz etmek istiyorum. Anne sevgisi konusuna çok önem verdiğinizi ifade ettiler. Bir de annenizin önerilerinden biri, “Güneş üzerine doğmasın” sözünün hayatınızdaki yeri üzerinde durmak istiyoruz.

Efendim biraz önce anama, babama, devletime borcumu ödeyemem demiştim. Rahmetli babamın da üzerimde büyük önemi var ama esas annemin etkisi daha büyük. Annem okuma yazma bilmeyen bir kadındı. Ben okuma yazma bilmeyenlere cahil denmesine çok üzülüyor ve kızıyorum. Annemin olayları yorumlaması çok farklıydı. Bana yaptığı uyarıların çok büyük faydasını gördüm. Anne, sütüyle beslerken göğüslerinden yavrularına sevgiyi de aktarıyor. Anne sütünün önemini maalesef uzun yıllar anlayamamıştım. Bu noktada tıptaki yanlışlarımızdan birine işaret etmek isterim: Anne sütüyle beslenen bebekler ayda yaklaşık 500 gram alırlar, hâlbuki suni beslenenler 1500, bazen 2000 gram alırlar dediğim, objektif olduğunu zannettiğim bir devir vardı. Ülke olarak o devirlerden geçtik. Sonra gördüm ki o hızlı büyüme fizyolojiye uymayan ve abartılı olarak vücudu yoran, diyabete, kalp hastalıklarına, karaciğer yağlanmasına neden oluyormuş. Buradan şunu ifade etmek istiyorum: Bize bilimsel ve objektif kriterlerle hazırlanmış olarak sunulan bilgilerin; yalnız o anı değil geleceği de dikkate alarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Anne sütü mücadelenizi zaten soracaktım ama söyledikleriniz vesile oldu. Anne sütünün önemini biz gençler çok iyi biliyoruz. Ben genç bir kardeşiniz olarak anne sütü yerine suni mamanın tercih edilmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Suni mamanın tercih edildiği bu politika hangi yıllarda uygulandı?

1955-1970 arasında uygulandı. Hala maalesef bunu söyleyip uygulamayan pek çok insan var. “Annenin emzirmesi gereksizdir, çocuk doğar doğmaz mama yesin, daha faydalıdır, daha çabuk kilo alır” diyorlardı. Buram buram yağ sağlık işareti olarak görülüyordu. İşte bu objektif meselesine dikkat etmek lazım. Ağırlığı dikkate alırsanız evet mama tercihi doğrudur ancak fizyolojiyi dikkate aldığınızda doğru sanılanın yanlış olduğu ortaya çıkar. O zamanlar üniversitelerin politikası bu yöndeydi. Bunun için özel bir gayret vardı. Sadece birkaç kişi aman yapmayın diyordu. Ve en nihayet o da bize Batıdan geldikten sonra anladık ki anne sütü yalnız beslenme ve kalori olarak değil sevgi ve şefkat olarak, fizyolojinin devamını sağlayan bir ürün olarak bize gerekliymiş.

Peki. Annenizin “Güneş üstüne doğmasın” sözünden anlıyorum ki, siz çok uzun zamandır sabah çok erken saatte uyanıyorsunuz ve gününüz ok verimli, çok bereketli geçiyor.

Öyleydi. Rahmetli anam bunu söylerken birtakım hormonların ayarlanmasını bilmiyordu. Zaten o tarihlerde kimse bilmiyordu. Ama sonra gördük ki bütün canlılar güneşe göre ayarlanmış durumda. Melatonin hormonunun güneş ışığı ile ilişkisi bizim fizyolojimizi, hormonlarımızı, tüm hayatımızı düzenliyor. Rahmetli anam bana o sözü derken, melatonin hormonunun nelere kadir olduğunu bilmiyordu. Annem cahil değildi, okumamıştı. Okumuş ile okumamış ayrıdır, cahil ile âlim ayrıdır. Okumuş olanlar öğrensinler, araştırsınlar, gelişişinler fakat kimseyi küçümsemesinler. Herkes insan olarak saygıya layıktır.

“Yeni açılan fakülteler birbirleriyle yarıştırılmalı”

Hocam izninizle ülkemizde tıp eğitiminin kalitesi hakkında bir sual yöneltmek istiyorum. Şayet rakam güncelse 86 tıp fakültesi, 60 civarında eğitim-araştırma hastanesi sayısı çok yüksel değil mi? Bu kadar fazla sayıda kurumda kaliteli bir tıp eğitimi verilmesi ne derece mümkün? Yeni açılan tıp fakülteleri hakkında düşünceniz nedir?

Ben yapılanları hep teşvik etmek isterim. Biraz yandan çarklı bir cevap olacak ama efendim ben hayatım boyunca sporla fazla ilgilenemedim ama İstanbul’da okurken yurtta olmam dolayısıyla bazı takımların isimlerini sıklıkla duyuyor idim. Anadolu takımlarının isimleri pek zikredilmiyordu. Tabi kısa bir süre sonra Trabzonspor, Eskişehirspor, Bursaspor gibi takımlar çıkıp birdenbire büyük kulüpleri ekarte edebildiler. Fırsat verin ki gelişme olsun. Şimdi öyle bir fırsat verelim ki gelişme olsun. Bugün, dünden çok faklı. Bugün artık bilime ulaşmak için çok kolay yollar var. Bilgisayar başta olmak üzere çok yeni teknolojiler var. Bu yeni dünyanın tabi ki dezavantajları var ama avantajları da çok. Yeni açılan tıp fakültelerinin daha çok doktor yetiştirmenin ötesinde daha çok krizite eden, kritik düşünebilen insanları yetiştirmesi lazım. Ben, yeni açılan fakültelerin çeşitli politikalar takip edilerek birbirleriyle yarıştırılması gerekliğini düşünüyorum. Birbirinin kopyası olan tıp fakültelerini bir gelişme olarak görmüyorum ama mevcut oturmuş fakültelere dışarıdan kan gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir yerden mezun olmuş bir öğrencinin emekli oluncaya dek aynı okulda görev yapmasının da sakıncaları olduğunu düşünüyorum. Birbirimizi beğenmemek yerinde birbirimizi beğenerek, besleyerek, destek olarak bu işi başarmamız lazım. Bir şeyi yapmaya başlamadan önce düzeltemezsiniz. Evvela yapmaya başlamanız gerekir. Mükemmele ulaşmak zaman alır. Bugün artık ülkemiz çok daha fazlayı yapmaya başladı. “O da bir şey mi?” demenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Hepsi bir değerdir.

Yaklaşık yarım asır süren akademik yaşamınızda bine yakın makaleniz yayımlandı. Üniversitede halen süren Cumartesi buluşmalarınızda da öğrencilerle makale okumaları yaptığınızı işittim. Bu noktada sormak isterim; ülkemizde tıp yayıncılığında dünden bugüne gözlemleriniz neler?

Efendim benim şu ana dek 940 yayınım var. 200’den fazlasını emekli olduktan sonra yazdım. Rakamları şunun için verdim: Bilime hizmet bir gayedir. İlle profesör olmak, doçent olmak yahut paye almak için yazmak gerekmez. Sadece akademik basamakları atlamak için makale yazılmamalı, yazım hayatı bilime hizmet için devam etmelidir. Bir de bizim inancımızda çok güzel bir şey var; bilim beşikten mezara kadardır. Mezara kadar gayret etmemiz lazım. Ancak bu şekilde ülkemiz başarılı olacaktır. Daha iyisini yapın, ben alkışlayayım ama yapılıncaya kadar siz de beni küçümsemeyin.

“Hocabey idealizmini hiç kaybetmedi, gençleri hep yukarıya taşıdı”

Hocam çok teşekkür ediyorum. Röportajımızın son bölümünde yakınında bulunmuş biri olmanız hasebiyle merhum İhsan Doğramacı Hocayı sizden dinlemek istiyoruz…

Efendim çok teşekkür ederim. Ona olan şükranlarımı dile getirmek için bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Ben kendisiyle 1955 yılında tanıştım. O zaman genç bir doçentti. Bense 28 yaşında bir asistan. Ankara Üniversitesi’nde farklı düşünceleriyle ve başarısıyla tanınan biriydi. Onu tanımak istiyordum. O sırada patolojide çalışıyor, doku kültürü yapıyordum. Bir Cuma günü tanıştık. Onunla yıllarca çalıştık. Hep aynı fikirde olmadık ama onun toleransı yardımseverliği, hoşgörüsü, ilgisi ve hizmet aşkı farklıydı. Eskiden tabir vardı: “Hocalar aşağıdayken hep şikâyet ederler fakat yukarı çıktıktan sonra merdiveni çekerler” denirdi. İhsan Doğramacı Bey merdiveni çekmek şöyle dursun, merdivenin yanında durup elini vererek durmadan yukarıya gençleri çıkarttı, yükseltti. Çok gayretli, çok yönlüydü. Enternasyonal bir insandı. 1976 yılında Hacettepe’den emekli oldu. Beni kendisini yerine anabilim dalı başkanı yaptı. Onun geniş yetenekleri karşısında yerine gelen kimsenin şanssız olduğunu, sönük kalacağını biliyordum. Hastaya saygıyla yaklaşımı, özverisi, Allah vergisi üstün yönleri vardı. Üniversiteler, hastaneler kuran bu bey, aynı zamanda iyi hekim, iyi araştırmacı yetiştirmek için büyük teşvik içinde oldu. Kendisini saygıyla, minnetle anıyorum. Büyük bir örnek, büyük bir önderdi. Memleketimiz için çok büyük hizmetler yaptı. Üniversiteler kurdu ama ondan daha çok tabuları değiştirdi. Hiç şikâyet etmedi, hep gayret etti. Doçent oluncaya kadar çok büyük fikirleri olan pek çok hocanın, doçent olduktan sonra o ideallerini unuttuklarını gördüm. Ama İhsan Doğramacı Bey hiç unutmadı. Her insanın hatası olur, hatasız insan olmaz. Fakat gördüğüm kadarıyla bizim bir yanımız da, insanları güzel taraflarıyla görmek yerine ufacık da olsa bir hatasını görmeye çalışmak şeklinde. Zannediyorum buna çok büyük dikkat etmeye çalışmalıyız. Korkum şu: Hiçbir iş yapmazsanız hiç hatanız da olmaz, böylece insanları hiç iş yapmayan bir hale getirebilirsiniz. Hâlbuki işi yapanı takdir etmek ve daha iyinin yollarına işaret etmek gerekir.

Hocam bir yerde okudum; “Hatalarımdan öğrendiklerimden” başlıklı bir konuşma yapmışsınız. Bir de ben SD okuru için sormak isterim; hatalarınızdan ne öğrendiniz?

Çok şey! En başta Başkale’de mecburi hizmetimi yaparken C vitamini hakkında bildiklerimin doğru olmadığını öğrendiğim gibi hayatım boyunda bildiğim pek çok şeyin eksik ya da değişebilir olduğunu öğrendim. Anne sütü hakkında bildiklerimi değiştirmek için mücadele ettim. Ben de başlarda suni beslenmeyi önerenlerdendim. Sonra anne sütünün büyük önemini anlayınca, kendimi güncelledim. Hatalarım çok oldu. Hatasız kul olmaz fakat hatasından ders çıkartmayan kul örnek olamaz.

Mart-Nisan-Mayıs 2014 tarihli Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 30. sayı, s: 76-79’dan alıntılanmıştır.