Günümüzden ikibinbeşyüz yıl önceyazılmış olsada, Eflatun’ un Devlet diyaloglarının yedinci kitabında tasvir ettiği mağara ve insanlar günümüz dünyasındada bizi düşündüren ve bir şeyler anlatan bir tanımlamadır.
İnsan düşüncesinde ciddi kilometre taşlarından biri olan Sokrates milattan önce 468 yılında doğmuş ve 400 yılında ölmüş, bütün ömrünü Atina’ da, dökülmüş saçları, tombul yüzü, iri burnu ve hiçte filozofa benzemeyen görüntüsü ile, Atinalılarla, çocuklarla, gençlerle heryerde konuşarak, sorular sorarak, dobra dobra fakat ahpabça sohbet ederek gününü geçiren bir filozoftu. Bu uzun sohbetleri, konuşmalarında en sık kullandığı cümleler, ” benim tek bildiğim birşey bilmediğimi bilmektir” veya “kendini tanı” idi. Bu sade tarzı içinde savaşlara katılmış hatta bir defasında Alkibiades! i ölümden kurtarmıştı. Gençliğin ahlakını bozuyor, onlara yanlış inançlar öğretiyor diye ölüme mahkum edilmiş ve baldıran zehirini hiç tereddüt etmeden hatta neredeyse olağan bir şeymiş gibi içerek ölmüştür.
Sokrates öldüğünde 28 yaşında öğrencisi olan Eflatun; soylu ve zengin bir ailenin çocuğuydu. Yakışıklı, güçlü, kuvvetli bir insandı. Bu nedenle Platon adını aldığı söylenir. Sokrates’ in ölümünden sonra uzun süre Atina’ dan ayrılıp ancak 40 yaşlarında tekrar dönmüştür. Düşünce bahçesi olan Akademos’ ta Sokrates gibi öğrencileriyle sohbet eden ve onlara kendini sevdiren bir hoca olmuştur. 80 yaşına kadar düşüncelerini diyaloglar tarzında bir anlatı ile belkide hiçbir yerde gerçekleşmiyeceğini anladığı en iyi devleti, hocası Sokrates’ in düşünceleri ile birlikte bu kitapta kurgulamıştır.
Bütün diyaloglarda olduğu gibi, devlet kitabında, düşüncelerin hangisi nereye kadar Sokrates’ in, nereye kadar Eflatun’ un pek ayrılmasada ağırlık Sokrates’ ten yanadır. Günümüze kadar pek çok çevirisi ve basımı yapılan bu çok tanınan eserin; Remzi kitabevi tarafından basılan, Sebahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz’ un çevirisini yaptığı, eski yunancasındaki zorlluklarda Azra Erhat’ ın yardımcı olduğu bu baskısında, yedinci kitabı ve mağara tasvirini okuyup farklı bir yorumla ele almaya çalışacağız.
Sokrates şöyle anlatıyor; ” Yer altında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yatıyorlar. Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir şey görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpus insanlarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendileri arasına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar. Bu alçak duvarlar arkasında insanlar düşün, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzeyen kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor. Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakini nasıl görürler ? Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığı ile mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler. Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar. Bu zindanın içinde birde yankı düşün; geçenlerden biri her konuştukça, insanlar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlarmı ? Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka birşey olamaz ister istemez.
Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, herşei olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar ? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım, başını çevirelim, yürütelim onu, gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözleri kamaşarak bakacak. O na demin gördüğü şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdi ise gerçeğe daha yakınsın, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona göstersek, bunların ne olduğuna şaşırmaz mı ? Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkartıp, dışarıya gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi ? Dünyayı görmek isterse buna alışması gerekir. Rahatça gösterebildiği ilk şeyler gölgeler olacaktır. Sonra insanların ve nesnelerin sudaki yansımaları, sonunda kendileri. Daha sonra gözlerini yukarı kaldırıp, yıldızları, ayı, gökyüzünü seyredecek, en sonunda güneşi; ama artık sularda yansımasını değil, olduğu yerde olduğu bibi. Şimdi ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, arkadaşlarını hatırlayınca, haline sevinip orada kalanlara acımazmı ? Yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlığa alışabilir mi?
Eflatun bu mağarayı ve üst dünyaya çıkan, dönmesi zor olan insanı, kendi filozofisinin de temeli olan ideler dünyası ve gerçeklik için anlatır. Devlet adamlarının filozof olmasını yada filozofların devlet adamı olmasını, bu gerçekliğe erişmiş haliyle insanların yönetici olmasının ancak mükemmel devlet için uygun olacağını anlatmak için bu tasviri kullanır. Biz ise bu sefer mağaradakiler ve dışındakilere günümüz dünyasındaki imajlarla dolu yaşantısı ile 21. yüzyıl insanı olarak bakmaya çalışacağız.
Evinde her akşam televizyon karşısında ve sinema salonlarındaki biz insanlara biraz önce Eflatun’ un mağarasındaki insanlar gibi bakınca ne kadar benzediğini, arkadan vuran ışık ve perdedeki gölgeler ile ne kadar benzeştiğini faredebiliyoruz. 21. yüzyılda insanlığın imajlarla bezenmiş bir dünyada yaşadığını söylemek pek yanıltıcı olmaz sanırım. Lokal kültürel yaşantı ve hayat anlayışı biçimlerinin, yaygın elektronik medya ile tüm dünya kültürlerinde benzerliklere doğru insanları ittiği, giyim tarzından lisana, alışveriş tarzından tüketim alışkanlıklarına kadar yerel kültürün yerini hakim tek bir kültürün almaya başlaması biraz da bu imajların yaygınlığından gelmektedir. İsmail Cem’ in dünyada reklam ve medyanın yaygınlığına ve çeşitliliğine rağmen, sahiplerinin iki elin parmaklarından daha az olduğunu ve günümüz insanının zihinsel bir medyatik bombardıma ile etkilendiğini anlattığı makalesini, Erich Fromm’ un ” olmak ” yada “sahip olmak” çelişkisindeki insanı birlikte düşündüğümüz de, imajların sahip olmayı, olmanın yerine geçirdiğini görebiliriz. Bilgiye sahip olmak yani kullanılabilir bilginin ( enformasyon ) kazanılması ve bununda mülkiyetinin o kişide olması ile biliyor olmak gibi fonksiyonel üretici bir sürecin parçası olmayı, yani imajlar dünyasında mutluluk halini arayan, bulduğu hissini taşıyan insanın, Eflatun’ un mağarasındaki insan, bilmek ve gerçeği eline geçirip, ona sahip olmak değil, sürekli eleştirip, araştırarak gerçeğe hep biraz daha yaklaşmak çabasındaki insanında mağaradan çıkmaya çalışan insan gibi olduğunu söyliyebiliriz.
Hegel’ e göre ” kavramın kendisini gerçekte bulması doğa, gerçeğin kendisini kavramda bulmasıda akıldır “. Gerçeklikten yoksun düşüncede yabancılaşma ve çelişmeyi getirir. Medya yolu ile insanların zihninde oluşturulan imajlarsa ne kadar pazar değeri olsada işte tam bu noktada insanın gerçeklikten uzaklaşmasına, ne kadar rasyonelleştirilse de rasyonaliteden kopmasına sebep olur. Doğan çelişki ve getirdiği güven kaybı, imajların sunuluş biçimine, insanlara sağlıyacağı söylenen mutluluk ve refahın tam tersine doyumsuzluk ve güvensizlik duygusuna neden olur. Şimdi Eflatun’ un mağarasına dönersek, bireysel olarak vicdanın sesini duyma ve gerçekliğe ulaşma çabası tıpkı örnekteki, çökmeye alıştığı için ayağa kalkınca acı duyan insan gibi, zihinsel çaba sarf etmeye ve bira da acı çekmeye katlanmakla olabilir.
* Doç. Dr. Akif Tan’ın, SD Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü dergisinin Mart 2007 tarihli 2’inci sayısında yayımlanan yazısı