Köşe Yazıları

  • Yazı Büyüklüğü A(-) A(+)
  • Paylaş

1963 yılında Ordu, Ünye’de doğdu. 1979’da Ünye Lisesi’nden, 1985’te İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 2000 yılında İÜ Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Deontoloji ve Tıp Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 2002-2003 tarihleri arasında İstanbul 112 Ambulans Komuta Merkezi Başhekimliği, 2003-2009’da Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğünde Genel Müdür Yardımcılığı ve Genel Müdürlüğü ile 2009-2013 arasında İstanbul Başakşehir Devlet Hastanesi Başhekimliği görevlerinde bulundu. Dr. Tokaç halen İstanbul Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Klinik Araştırmalar Etik Kurul Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Tüm Yazıları İçin Tıklayınız

Verem ve sanat

Bazı hastalıklar vardır ki birçok sanat eserine esin kaynağı olmuştur. Sanatta en yoğun kullanılan hastalıklardan biri de veremdir. Roman, hikâye, şiir, şarkı, türkü, tiyatro ve sinemada veremle sıkça karşılaşıyoruz. O dönemleri yaşamamış genç kuşaklar için belki tuhaf bile gelecektir ama bir zamanlar verem romantizmle özdeşti. Sanatçılar adeta kendilerini vereme yakalanma ve ölme zorunluluğu altında hissediyorlardı. Sanatçılar, yazarlar, ressamlar romantizm uğruna zayıflayarak, kan kusarak, zorla nefes almaya çalışarak ölüme gitmeyi bir moda olarak görmekteydiler.

Verem ve romantizm ilişkisinin kökeni, antik çağa uzanan bir fikir olan dört sıvı teorisine dayanır. Hipokrat’tan başlayıp Galen’le devam eden, neredeyse bin yıl kabul gören teorideki dört sıvıdan biri olan “kara safra” melankolik insana aitti ve melankoli, sanatçı hastalığıydı. Dolayısıyla veremli yani melankolik karakter; duyarlı, yaratıcı ve naif olmak durumundaydı.

Sanatçıların bir kısmı kendisi vereme yakalanmış, bir kısmı ise sevdiklerini vereme kurban vermişlerdir. Bu durum onların sanatına da yansımıştır. Bunun en ilginç örneklerinden biri, İngiliz şair John Keats’dir. Hem sevdiklerini veremden kaybetmiş, hem de kendisi veremden ölmüştür. Veremin tesiri şiirlerine yansıdığı gibi, aşkı ve hastalığı bir filme de konu olmuştur.

John Keats (31 Ekim 1795- 23 Şubat 1821) 14 yaşındayken annesini veremden kaybetti. Kendisi de vereme yakalandı. Sanatının zirvesindeyken birden içine kapanık ve karamsar bir kişiliğe büründü. 1818’de ise kendisine bakan kardeşi Tom’u da veremden kaybetti. Hastalığı arttı, parasal sorunlar yaşamaya başladı ve parasızlık yüzünden ne tedavi görebildi ne de evlenebildi. 3 Şubat 1820’de ilk kez kan kustu ve zamanla veremi ölümcül bir noktaya geldi. 23 Şubat 1821’de henüz 25 yaşındayken öldü. Ömrünün sonlarına doğru, daha çok ölüm temalı şiirler yazdı. En meşhur şiirlerinden Ode To A Nightingale’in bir bölümünde şöyle demektedir:

Karanlıkta kulak kabarttım; yıllar yılı,

Yarı yarıya aşığım gamsız ölüme.

Ölçülü biçili kafiyelerle ona hitap ederim tatlı tatlı,

Sessiz nefesimi alıp havaya karıştırsın diye.

Şimdi ölmek sanki her zamankinden daha yerinde,

Gece yarısı son bulmak acıdan ırak,

Sen ruhunu dışarıya saçarken bir umut

Böyle coşku içinde!

İstediğin şarkıyı söyle, nafile bendeki bu iki kulak

Senin dokunaklı ağıtına olur tabut.

Keats, Kara Dumanlar Kaplamışsa Düzlüklerimizi başlıklı şiirini ise şöyle bitirir:

Tatlı Sappho’nun yanakları,

Bir uyuyan bebeğin nefesi,

Yavaşça dökülür saatin içinden

Kum, bir orman deresi ve

Bir şairin son nefesi.

Yine bir başka şiirinde de; “Gençlik solar, hayalet gibi zayıflar ve ölür” der.

Birçok şiirini adadığı Fanny Brawne’a olan şiirsel aşkı; ödüllü yönetmen Jane Champion tarafından senaryolaştırılarak yine Fanny için yazdığı Bright Star (Parlak Yıldız) şiiri ile aynı adla filme konu edildi. Filmin sonunda Keats’in ölüm haberini alan Fanny’nin alacakaranlık ayazında yürürken dudaklarından Keats’in Bright Star şiirinin dizeleri dökülür.

Parlak yıldız, olabilsem

Senin kadar sabit bir ışık

Yalnız kalmadan gecenin

Tepesinde asılı ve görkemli

Seyretsem ebedi gözkapaklarım aralık

Doğanın sabırlı, uykusuz münzevisi misali,

Akan suları rahipler gibi

Vazife başında arıtırken insan kıyılarını
çepeçevre…

Ya da baksam kardan maskeye dağlarda…

Ve fundalıklarda yumuşacık düşen birdenbire…

Yok, ama kalsam yine sabit, yine değişmez

Güzel sevgilimin tomurcuklanmış göğsüne yaslanmışken…

Hissetsem ebediyen inip kalkışını nefes nefes…

Tatlı bir huzursuzluk içinde uyanık ebediyen.

Hep, hep duyayım o usulca aldığı nefesi biteviye

Ve ebediyen yaşayayım ya da bayılayım ölesiye…

Keats gibi birçok sanatçı vereme yakalanmış ya da yakınları veremden ölmüştür.

Jane Eyre’in yazarı, Charlotte Brontë, iki kardeşini de vereme kurban verdikten sonra 1855’de kendisi de veremden öldü. Fransız yazar ve filozof Albert Camus (1913 - 1960) ciddi verem atakları nedeniyle Cezayir Üniversitesi’ni terk etmek zorunda kaldı. Ancak veremden değil bir trafik kazasında öldü. Kendisi de bir doktor olan ve veremden ölen Anton Pavlovich Çehov (1860-1904), genç yaşta yakalandığı ölümcül hastalığın da etkisiyle bütün öykülerini üstü kapalı da olsa kötümser bir bakış ile yazdı. Moskova Tıp Fakültesi’nde 1884’te tıp eğitimini tamamladığı yıl doktorluğa başladıysa da, lise ve üniversite yılları boyunca yazdığı hikâyeleriyle kabul gördüğü edebiyat dünyasını tercih etti. Aynı yıllarda onu ölüme götürecek vereme de yakalanmıştı…

Fransız yazar Moliere, oğlunun ölümünden sorumlu tuttuğu hekimlerden, onların bilgisizliği ve ukalalıklarını hicveden beş oyun yazdı. 1673’te yazdığı Hastalık Hastası isimli oyunun dördüncü temsilinde birden kan kusmaya başladı ve birkaç saat içinde veremden öldü.

Honoré de Balzac, Maksim Gorki, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, John Ruskin, Guy de Maupassant, George Orwell ve Jorge Luis Borges ile besteciler Frédéric Chopin, Niccolo Paganini ve Felix Mendelsshon diğer veremli sanatçılardandır. Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Ömer Bedrettin Uşaklı, Rıfat Ilgaz, Mahmut Yesari, Aclan Sayılgan, Memet Fuat, Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüstü Onur ise Türk Edebiyatında hayatının bir döneminde vereme yakalanmış sanatçılarımızdandırlar ve bazıları vereme yenilmiştir.

Bir insanın verem olduğunu öğrenmesinin, yüzüne karşı ölüm hükmünün okunmasıyla bir tutulduğu günlerde; veremli kişilerin yakalandıkları hastalığın kendilerinden hatta öldükten sonra bile çocuklarından saklanması çok yaygındı. Ünlü yazar Franz Kafka, kaldığı senatoryumda veremden ölmeden iki ay önce Nisan 1924’de şöyle yazmıştı: “Sohbet ederken hiçbir şey öğrendiğim yok, çünkü verem üstüne konuşurken herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkmakta.”

Sanatı veremden etkilenenler

Ressam Ferdinand Hodler’in (1853-1918) babası ve 2 kardeşi veremden hayatını kaybetti. Hodler’in annesi, ikinci evliliğini bir ressam yaptı ama annesi de Hodler 14 yaşındayken verem sebebiyle vefat etti. Annesinin ikinci eşi dolayısıyla ressamlığa adım attı. Sevdiği kadını ise kanserden kaybetti. Resimlerinde verem ve diğer hastalıkların etkisi görüldü. Edvard Munch, 1868 yılında beş yaşındayken annesini, 1877’de ise ablasını verem nedeniyle kaybetti. Munch’u bu iki ölüm çok etkiledi ve resim tekniğine etki yaptı. Modeli Elizabeth Siddal ile İtalyan asıllı İngiliz ressam Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) tanıştığında Siddal veremdi. 1860’ta evlendiler ama Siddal’ın hastalığı arttı, acısını dindirmek için içtiği afyon alkol karışımından öldü. Kocasının değil arkadaşları Millias’ın yaptığı Ophelia resmi ile bilinir. Alice Neel, 1940’larda yaptığı T.B. Harlem tablosunda; sevgilisi Jose Santiago’nun iki yıl önce Porto Rico’dan New York’un İspanyol Harlem semtine taşınan 24 yaşındaki kardeşi Carlos Negron’un o yıllarda yapıldığı şekliyle göğüs kafesinin açılarak vereminin tedavi edildiği anı resmetmiştir.

James Tissot, 1836 yılında doğduğu Fransa’dan 1871 yılında Londra’ya gelir. Burada Isaac Newton’un eski eşi Kathleen Newton ile tanışır. Tissot’un büyük aşkı olmakla birlikte resimlerinde çok fazla yer verdiği, güzel bir model olan Kathleen, akciğer veremine yakalanmış ve 28 yaşında yaşamını yitirmiştir. Bu kayıp Tissot’u derinden etkiler, yeniden Paris’e dönmesine sebep olur. Bundan böyle ölümüne dek geçen 17 yılı çok dindar biri olarak yaşamış ve resimlerinde yalnızca dini figürlere yer vermiştir. Bestekâr Hacı Arif Bey, karısı Zülf-i Nigâr hanımın vereme yakalanıp sararıp solması ve günden güne erimesi üzerine güftesi Namık Kemal’e ait olan Segâh makamındaki meşhur şarkısını bestelemiştir.

Olmaz ilaç sine-i sâd pâreme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Baksa tabîbân-ı cihan, çareme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Zülf-i Nigâr hanımın veremden vefatı üzerine yaşadığı acı ile Recaizade Mahmut Ekrem’in mersiye olarak yazdığı şiiri Saba makamında bestelemiştir.

Nigâh-ı mestine canlar dayanmaz

Uyanmaz uykudan canan, uyanmaz

Bu naz u işveden asla usanmaz

Sabah olduğuna guya, inanmaz

Uyanmaz uykudan canan, uyanmaz

Şair Abdülhak Hâmid Tarhan’ın eşi Fatma Hanım veremdir ve hastalık üçüncü devresindedir. Hindistan’dan deniz yoluyla gelirken Beyrut’a gelince Fatma Hanım kötüleşir ve orada ölür. Hâmid, her gün Fatma Hanım’ın mezarını ziyaret eder; geceleri de bir bodrum katında meşhur şiiri Makber’i yazar.

Eyvah! Ne yer ne yar kaldı

Gönlüm dolu ah u zar kaldı

Şimdi buradaydı gitti elden

Gitti ebede, gelip ezelden

Ben gittim, o hak-sar kaldı

Bir guşede tarumar kaldı

Baki o enis-i dilden eyvah

Beyrut’ta bir mezar kaldı.

Bildir bana nerde, nerde Yarab?

Kim attı beni bu derde Yarab?

Nerde arayayım o dil rübayı

Kimden sorayım bi-nevayı?

Derler ki unut o aşnayı

Gitti tutarak reh-i bekayı

Sığsın mı hayale bu hakikat?

Görsün mü gözüm bu macerayı?

Sür’atle nasıl da değişti halim

Almaz bunu havsalam, hayalim

Çık Fatıma! Lahdden kıyam et

Yadımdaki haline devam et

Ketmetme bu razı, söyle bir söz

Ben isterim, ah, öyle bir söz

Güller gibi meyl-i ibtisam et

Dağ-ı dile çare bul, meram et

Bir tatlı bakışla, bir gülüşle

Eyyamı hayatımı temam et

Makber mi nedir şu gördüğüm yer?

Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber?

Romanlarda verem

Thomas Mann’ın Büyülü Dağ adlı romanında Hamburglu genç gemi mühendisi Hans Castrop, üç haftalığına kuzenini ziyarete gittiği bir İsviçre sanatoryumunda kendisinin de tedaviye ihtiyacı olduğunu sevinerek öğrenerek 7 yıl kalır. Bu süre içinde doktorlar ve hastaların dünyasını yaşayarak tanır. Thomas Mann, aslında kendi deneyimini anlattığı bu eserinde, roman sanatının bütün inceliklerini kullanmış ve ironik üslubu ile hastalığı hakkında hiç bilgi vermemiştir. Erich Maria Remarque, Üç Yoldaş (Drei Kameraden) adlı sinemaya da uyarlanan eserinde; üç arkadaştan Pat’ın vereme yakalanışını ve İsviçre’de sanatoryumda yatışını, politik anlatımla ve şiirsel dille kaleme almıştır.

Yaşar Kemal’in Hüyükteki Nar Ağacı romanında; Memet ve arkadaşları verem salgını olduğunu bile bile, ölmeyi göze alarak para kazanmak için Çukurova’ya gitmekte diretmeleri anlatılır. Romanda yoksulluğa vurgu yapılarak “Ölüm yokluktan iyi. Sıtma yokluktan iyi. Verem yokluktan iyi.” şeklinde bir replik yer almaktadır.

Alexandre Dumas-Fils’in gençliğinde yaşadığı bir aşk hikâyesinden esinlenerek 1848’de yazdığı Kamelyalı Kadın romanında, gerçek aşkın peşine düşen veremli bir fahişe olan Marguerite Gautier’nin yaşadığı dramı anlatılıyor. Marguerite, Armand Duval’e âşık olduktan sonra fahişelik yaşamına son veriyor ve güzel bir gelecek düşlüyor. Ancak baba George Duval bu beraberliğe izin vermiyor. Veremli ve mağrur Marguerite, sevgilisinden ayrılıyor ama kısa bir süre sonra hayata veda ediyor.

Verem, 100 yılı aşkın bir süre, ölüme anlam katmanın yollarından biri sayılmıştı. Nitekim XIX. yüzyıl edebiyatı özellikle genç insanların veremden korkup ürkmediği, ölümü huzur içinde karşılayan tiplerle doludur. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Katerina Ivanovna, Victor Hugo’nun Sefiller’inde romanın önemli karakterlerinden Fantin, Harriet Beecher Stowe’un ünlü romanı Tom Amca’nın Kulubesi’ndeki küçük Eva, Charles Dickens’ın Nicholas Nickleby’sindeki Smike veya yine Dickens’ın romanı Dombey ve Oğlu’ndaki oğul Paul gibi.

Sinemada verem

Yeşilçam’ın siyah-beyazlı günlerinden bu güne, filmlere en çok konu olan hastalıktır verem. Melek Özman’ın yönettiği ‘70 80 90, Masum, Küstah, Fettan’ isimli belgesel filmde; “Yeşilçam filmlerinde hanımefendiler genelde iftiraya maruz kalıyor, elleriyle yüzlerini kapatıp hıçkırıklar içerisinde ağlarken evden kovuluyor. Masum oldukları ortaya çıkana kadar da ya verem oluyor ya da ölüyorlar.” denmektedir.

Bahsi geçen filmlerden en meşhuru, başrolünde Sadri Alışık’ın yer aldığı ve tüm kopyalarının bir yangında yok olması nedeniyle günümüze hiçbir kopyası ulaşmamış olan 1959 yapımı Metin Erksan imzalı Hicran Yarası adlı filmdir. Filmde iki arkadaşıyla bir gecekonduda yaşayan sokak şarkıcısı Ali ve sevdiği kız, evlenmeye karar verirler. Ancak Ali’yi seven ve kendisini meşhur edeceğini söyleyen zengin bir dul, Ali’nin kendisiyle ilgilenmemesi üzerine intihar eder. Ali, katil olarak tutuklanır. Sevdiği kız ise maddi zorluklar nedeniyle mahallenin kasabıyla evlenir. Kadın, verem olduğu için kasap kocasından boşanır ve denize atlayarak intihara teşebbüs eder ancak çevredekilerce kurtarılarak Heybeliada’da sanatoryuma yatırılır. Suçsuz olduğu anlaşılan Ali de tahliye olur. Arkadaşları ile İstanbul’u karış karış arayarak kadını bulurlar ve iki sevgili birbirine kavuşur...

Filiz Akın ve Kartal Tibet’in başrollerini paylaştıkları 1970 yapımı Beyaz Güller filminde de birbirini seven ama kızın babası razı olmadığı için kaçan iki genç, bir köye sığınırlar. Kızın ailesi kızlarını almak için köye gelirlerse de köylüler onları köye sokmazlar. Genç kız veremdir. Çam havası olan bir yere gitmeleri önerilirse de köyden dışarı çıkmaları halinde babasının adamları tarafından sevdiğinin öldürüleceğini bilen kız köyde kalmayı ister ve çamı köye getirmesini söyler. Genç adam uzaklardan bir çam bulur ama çam orada tutmaz ve kız veremden ölür.

Bir başka filmde ise (Boş Çerçeve) erkek veremdir ve sevgilisinden saklar. Kıza onu sevmediğini söyler ve uzaklaşır. Hasta olduğunu ve bu yüzden öyle söylediğini sonradan öğrenen kız, onu aramaya gider ama bulduğunda ölmüştür. Kız da orada intihar eder...

Yakın dönemde de verem konusunu işleyen filmler yapılmış ve halen yapılmaya devam etmektedir. Özcan Alper’in yönettiği Sonbahar filminde Yusuf, 1997’de, 22 yaşında girdiği cezaevinden 10 yıl sonra çıkıp köyüne gelir. Aslında iki yıl daha yatması gerekirken geçirdiği ağır hastalık yüzünden çok az ömrünün kaldığının anlaşılması üzerine serbest bırakılır. Yakalandığı verem hastalığı akciğerlerini iyice zayıflatmıştır. Bir de F Tipi hapishane sistemine karşı yapılan ölüm orucu eylemlerine katılması, sağlığını iyice kötüleştirmiştir. Doktor durumunu kendisine açıklayıp yazdığı raporla bırakılmasını sağlar. Yusuf’u, cezaevinden çıkıp geldiği köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi beklemektedir. Annesi ağır hastadır. Artık tek düşüncesi, huzur içinde ölmeden önce Yusuf’u evlendirmektir. Yusuf birkaç ay sonra öleceğini kimseye söyleyemez. Bir gece karşısına meyhanede konsomatris olarak çalışan Gürcü kızı Elka çıkar. Kısa bir süre sonra da birbirlerine aşık olurlar. Son birkaç ayını yaşamakta olan Yusuf için bu aşk, melankolisini arttıran umutsuz bir durumdur. Sonbaharın kendini yavaş yavaş kışa teslim ettiği bir gecede, Yusuf annesinin kendisi için çalma teklifini geri çeviremez ve yıllar sonra bir enstrüman yeniden hayat bulurken, o bütün vadinin bembeyaz bir kefene büründüğü gün toprağa verilir. Tulumun sesi bir annenin oğluna yaktığı ağıda eşlik eder. 6 Haziran 2008 tarihinde 15. Altın Koza Film Festivali kapsamında ilk kez izleyici karşısına çıkan film, Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması bölümünde En İyi Film seçilmiştir.

II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun yaşam öykülerinin anlatıldığı, başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın paylaştığı Kelebeğin Rüyası filmi geçtiğimiz aylarda sinemalarda oynadı. Yılmaz Erdoğan, yönetmenliğin yanı sıra filmde oyunculuk da yapıyor. Erdoğan’ın filmde canlandırdığı karakter, o dönemde şairlerin Mehmet Çelikel Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil’dir.

Veremin sonucu her zaman kötü olmayabiliyor. Örneğin yönetmenliğini Ben Sombogaart’ın yaptığı, Tessa de Loo’nun yazdığı aynı adlı epik romandan uyarlanan İkiz Kız Kardeşler (Twin Sisters) filmi, 1925 Köln’ünü konu alır. Filmde anne-babalarının kaybıyla ortada kalan ikiz kız kardeşlerden veremli olanı, hali vakti yerinde, kültürlü Hollanda’da yaşayan bir akraba himayesine alırken; sağlıklı olanı bir Alman çiftçi ailesi olan akrabaları çiftlikte çalıştırmak için yanlarına alır. Veremli olan Lotte, özenli bir bakımla sağlığına kavuşup sevgi dolu ortamda her imkâna sahip olarak narin bir şekilde büyütülürken, sağlıklı olan Anna acımasız koşullarda, her türlü işe koşturularak, okula gitmesine bile izin verilmeyerek zorlu bir şekilde yetişir.

Tiyatro ve operada verem

Verdi’nin La Traviata operası 1853 yılında ilk kez Roma’da sahnelerndi. Alexandre Dumas-Fils’in Kamelyalı Kadın romanından uyarlanan opera, gerçek aşkın peşine düşen veremli fahişe Marguerite Gautier’nin yaşadığı dramı konu almaktadır. Operada Marguerite Gautier karakteri Violetta ismiyle canlandırılmaktadır. Violetta son sahnede beyaz bir yatakta kanlar içinde veremden ölür.

Şiirlerde verem

“Veremli şiirler”den ilk akla geleni, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları’dır. Buradaki bir hanın duvarına yazılı dörtlükte adı geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın derdi veremdir:

Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı’mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben.

Hayatı, Kelebeğin Rüyası adlı filme konu olan ve veremden ölmüş şair Muzaffer Tayyip Uslu da Kan adlı şiirinde şöyle yazar:

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindi üstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama, iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü

Maviydi alabildiğince

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…

Veremi nedeniyle birçok defalar sanatoryumda yatmak zorunda kalan Rıfat Ilgaz, Sanatoryumda bir doktor konferans verdi adını taşıyan şiirini şöyle bitirir:

Sanmayın şifası yok bu hastalığın

Tıbbın elinden ne kurtulur

İniyor ak gömlekli hekim kürsüden

Alkışlanır böyle vadedenler

Biz sadece öksürüyoruz…

Aclan Sayılgan ise Sanatoryum adlı şiirinde şöyle der:

Burada

Her şey

Bir başka

Ağaçların bile

Ateşi 37,6

İsmet Özel Dişlerimiz Arasındaki Ceset başlıklı şiirinde veremi, bir kapitalizm eleştirisi için kullanır:

Saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilgisi

Hadım tarih, kundakçı matematik, geri kafalı gramer

Evet, bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza

Verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer

Özel, gene Münacaat’ında “Ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende” diyerek genç ölümlerinden bahseder.

Şarkı ve türkülerde verem

Türkülerde genellikle aşığına erişemeyen gençlerin derdinden verem oluşu anlatılır. İçinde verem sözü geçmese de hikâyesinde veremli bir genç olan içli bir Yozgat türküsü vardır. Bir genç askerde verem olur ve hava değişimi için memleketine, yani Yozgat Akdağmadeni’ne gönderilir. Hasta çocuk, beşik kertmesi olan kızı deliler gibi sevmekte, ancak ailesi, kızlarını bu gence göstermek istememektedirler. Hasta genç tedavi için İstanbul’a gönderilir ve bir sanatoryuma yatırılır. Penceresinden gördüğü bir incir ağacından aldığı ilhamla bu türküyü yakar. Genç asker, veremden ölür ve cenazesi de İstanbul’da kalır.

Hastane önünde incir ağacı

Doktor bulamadı bana ilacı

Baştabip geliyor zehirden acı

Garip kaldım yüreğime dert oldu

Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim kıza

Başına koysun, karalar bağlasın

Gurbet elde kaldım diye ağlasın…

Tenekeci Mahmut (Güzelgöz) Usta’nın derlediği Urfa türküsü, Hayatları Değirmi (Aman Eşref) her ne kadar zengin bir ailenin kızı ile fakir Eşref’in kaçmaya kalkmaları üzerine kızın ağabeyleri tarafından vurularak öldürülmelerini konu alsa da içinde “seni sevdim seveli oldum yürek veremi” denerek sevdadan verem olduğu da anlaşılmaktadır.

Hayatları değir mi

Şu gelen yar değil mi

Sakıplardan üç güzel

Biri Eşref değil mi

Aman Eşref canım Eşref

Uykudan uyarttın beni

Kana boyattın beni

Gelemi yar gelemi

Yar yanıma gelemi

Seni sevdim seveli

Oldum yürek veremi

Aman Eşref canım Eşref

Uykudan uyarttın beni

Kana boyattın beni

Hayatlarında durdum

Aradım yari buldum

Eğildim ki öpeyim

Yari uykuda buldum

Bir Gaziantep türküsünde ise Ermeni kızına aşık olan genç, hem aşkından verem olmuştur ve hem de sevdiğine kavuşamamıştır.

Bahçelerde mor meni

Verem ettin sen beni

Ya sen İslam ol Ahcik

Ya ben olam Ermeni…

Ben sana yandım gelin

Yanağı allı gelin

Gaziantep yolunda

Öldürdün beni gelin

Bahçelerde meleme

Yar göğsün düğmeleme

Ölürsem kanlım sensin

Gözlerin sürmeleme

Bahçelerde saz olur

Gül açılır yaz olur

Ben yarime gül demem

Gülün ömrü az olur

Ben sana yandım gelin

Yanağı allı gelin

Gaziantep yolunda

Öldürdün beni gelin

Aşkına karşılık alamadığı sevgilisi ellerle gezen ve bu yüzden verem olan bir gencin türküsü de vardır:

Et aldım direminen (Beri bak yavrum beri bak)

Öldürdün verem inen (Dön biraz da bana bak)

Nasıl verem olmayım (Beri bak yavrum beri bak)

Gezersin ellerinen  (Dön biraz da bana bak)

Kaşların ince mince (Beri bak yavrum beri bak)

Ölürüm görmeyince (Dön biraz da bana bak)

Seni bana vermezler      (Beri bak yavrum beri bak)

Düşmanlar ölmeyince (Dön biraz da bana bak)

Merhum Neşet Ertaş da Aradım Derdime Çare adlı türküsünde aşk yüzünden genç yaşında vereme tutulduğunu anlatır:

Aradım derdime çare mi buldun

Bu sevda elinden sararıp soldum

Sefil Mecnun gibi Leyla’dan oldum

Derdimi ellere diye mi bildim

Ağladı gözlerim güle mi bildim

Tutuldum vereme bu genç yaşımda

Zalım kader gezerimiş peşimde

Dertli diye ayırdılar eşimden

Almayın yarimi diye mi bildim

Ağladı gözlerim güle mi bildim

Yine Neşet Ertaş Usta Anam Aplar Baş Ucumda türküsünde “Bu dert beni yiye yiye bitirir” derken veremi tarif eder:

Anam ağlar başucumda oturur

Derdim elli iken yüze yetirir

Bu dert beni yiye yiye bitirir

El Çek tabip el çek benim yaramdan

Ölürüm gurtulmam ben bu yaramdan

Ali Aksoy’un Verem Eyler başlıklı türküsü de yârin verem ettiğinden dert yanar.

Uzaklarda ne işlerin var

Kolay dolmaz bil ki yerin yar

Senden ayrılık zulüm olsa da

Yeter senin gülüşlerin yar

Mavi reyhan gülüşü güzel

Sarmaşıklar sarışı güzel

Sanki yeni oğmuşum gibi

Yüreğimin vuruşu güzel

Yârim kaşlarını kalem eyler

Yazar hayatımı elem eyler

Hele öfkelenip kızmayadursun

Delirtir, çıldırtır, verem eyler

Hele ceylan bakışlı güzel

Mor menekşe kokulu güzel

Gece rengi saçlarına

Papatyalar takışlı güzel

Hemen küser darılır yar

Her sözümden kırılır yar

Neyledim de gittin ellere

Şimdi elden sorulur yar

Cevdet Bağca’nın Verem Olsam türküsünde de yine aşk derdiyle verem olmaktan bahsedilir:

Derdinden verem olsam

Tutuşsam kerem olsam

Sürmem seni tenime

Yarama merhem olsan

Kurumuş yaprak olsam

Bi çorak toprak olsam

İçmem bir yudum senden

Kerbelâ’da su olsan

Malatya’nın Akçadağ’a bağlı Ören Kasabasında genç yaşta veremden ölen gelin için söylenen Örenli Gelin Ağıdı ise şöyledir:

Akçadağ Köyüne Ören diyorlar 
Senin bu derdine verem diyorlar
Örenli gelin, veremli gelin
Ören’e vardım da örene benzer
Yıkılmış evleri de virana benzer
Ören’li gelin, veremli gelin 

Bir de çokça versiyonu bulunan, başında kısa aralıklarla öksürük efekti gelen Veremli Kız türküleri vardır:

On beş yaşında bir melek

Veremli bir sarı çiçek

Geldi anlattı derdini

Yüreğim hep yanık yanık

Her gün doktor gelir gider

Herkes onu merak eder

Gelme doktor gelme doktor

Bu derdime çare yoktur

Doktor der ki veremli kız

Yaprak dökümünü bekler

İğne iplik verin bana

Çıkayım şu ağaçlara

Siz de yardım edin bana

Dikelim şu yaprakları

İğne iplik bulamadım

Ben gençliğime doyamadım

Annem ağlar için için

Ben bilirim kimin için

Ko ağlasın annem babam

Şu benim gençliğim için

Pencerede yeşil perde

Nasıl düştüm ben bu derde

Ben bu dertten ölür isem

Nasıl yatarım kara yerde

Pencereden kar geliyor

Yorgan döşek dar geliyor

Açtım yorganı baktım

Veremli kız can veriyor

Müdür Beyin Yeşil Kürkü diye başlayan Tokat türküsü ile Ne Durursun Oralarda diye başlayan Ordu türküsündeki ortak nakaratta da “Verem oldum ölüyorum” denmektedir.

Yanma da güzelim yanıyom ben

Mendilli salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna da (yoluna da)

Verem de oldum ölüyom ben

Ahmet Kaya’nın yorumladığı Ataol Behramoğlu’nun Bu dert beni verem eder şiiri de vardır:

Eğri büğrü bakar oldum

Şaşkın oldum, sakar oldum

İkide bir yüreğimi dağa taşa diker oldum

Şunca yıldır karanlıkta göz kırpmaktan bıkar oldum

Benim annem şeker annem gençlik elden gitti gider

Gece gündüz dolaşırım tenhalarda menhalarda

Benim annem güzel annem beni beni beni koyver

Sağ yanımda bir sızı var sol yanımda dağlar duman

Altı patlar, altı patlak bu dert beni bu dert beni verem eder

Dama çıktım damdan düştüm

Kılıç kestim rakı içtim

Şahin oldum, keloğlanın külahını kaptım kaçtım

Yare ağlar, güler uçtum

Yarı yolda yorgun düştüm

Benim annem kadın annem bu nasıl iş bana de hele

Gece gündüz düşünürüm tenhalarda menhalarda

Aman annem güzel annem beni beni beni koyver

Sağ yanımda bir sızı var sol yanımda yandım allah

Altı patlar altı patlak bu dert beni bu dert beni adam eder

Güftesi Necdet Rüştü Efe’ye ait bir Sadettin Kaynak şarkısı, Batan gün kana benziyor’da aşıkların verem olacağı söylenmektedir:

Batan gün kana benziyor
Yaralı cana benziyor
Ah ediyor bir gül için
Şu bülbül bana benziyor
Vah benim garip gönlüm
Gece kapladı her yeri
Keder sardı dereleri
Düşman değil sevda açtı
Bağrımdaki yareleri
Vah benim garip gönlüm
Rahatça bir dem olaydı
Yarama merhem olaydı
Kurtulurdu daha çabuk
Aşıklar verem olaydı
Vah benim garip gönlüm
Söz ve müziği Ali Kızıltuğ’a ait Sabahat Akkiraz’ın seslendirdiği Değirmen (Yar orada kanser oldu ben burada verem) türküsünde de kanser ve verem birlikte anılır:

Değirmenim terse döndü bu sene

Bulgura mı yanam ben una mı yanam

Yar orada kanser oldu ben burada verem

Ben bana mı yanam ona mı yanam

Sadık yarim deyip beni aldattın

Gözlerimden kanlı yaşlar çağlattın

kendine kar yağdı bana dolular attın

Ben bana mı yanam ona mı yanam

Kızıltuğum dert bürüdü sinemi

Çekmeyen anlamaz kardeş ölem mi

Kendi Aslı’yı geçti ben de Kerem’i

Ben bana mı yanam ona mı yanam

Kaynaklar

Ahmet Rasim Küçükusta, Çare Bulunmaz Bilirim Yareme, Yayın tarihi: 20 Ocak 2010, http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2010/01/20/yazilar/tip-yazilari/tuberkuloz/care-bulunmaz-bilirim-yareme/ (Erişim tarihi: 22.12.2012)

Faik Çelik, Verem ve Edebiyat, http://www.mevsimsiz.net/Yazdir/4820/ (Erişim tarihi: 22.12.2012)

http://www.beyazperde.com/filmler/film-207945/ (Erişim tarihi: 22.12.2012)

http://www.posta.com.tr/PostaKarnaval/YazarHaberDetay/Guzel-oldugunuz-kadar-kustahsiniz-da---.htm?ArticleID=61199 (Erişim tarihi: 22.12.2012)

http://tr.wikipedia.org/wiki/Verem_vakalar%C4%B1n%C4%B1n_listesi (Erişim tarihi: 22.12.2012)

Salih Turan, Abuzer Akbıyık, Osman Güzelgöz, Şarkılarda Sağlık & Sağlıkla İlgili Şarkılar, T.C. Sağlık Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2011

Sait Eğrilmez, Salih Turan, Osman Güzelgöz, Türkülerde Hekimlik & Sağlıkla İlgili Türküler, T.C. Sağlık Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010

Bu yazı 8403 kez okundu

Yorum yazabilmek için üye girişi yapınız

  • SON SAYI
  • KARİKATÜR
  • SÖYLEŞİ
  • Şehir hastaneleri hakkında düşünceniz nedir?