“Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı. Her şeyin sadece bir standart olduğunu görmek dayanılmaz bir şey. Bu standartlar içinde hastalığımı beğenmedim. Vicdan ve cesaret bilimde yoksa benim için hiçbir şey ifade etmiyor” diyordu hastalığının son dönemlerinde yapılan bir ropörtajında Kazım Koyuncu. Karadenizli sanatçı, kanserle mücadelesinde, herşeyin protokollere bağlandığı onkoloji bilimi ile tanışması sonrası büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Tedavi basamakları tek tek sonuçsuz kalırken belli ki bir umut ışığı arıyor, bir doktorun protokollerin dışında “devrimci” bir tedavi yöntemi ile karşısına çıkmasını bekliyordu. Bu beklentinin izdüşümlerini toplumumuzda da görmek mümkün. Ama beklentinin gerçekçi olmadığı aşikar.
Bilimin ve teknolojinin bu denli geliştiği bir çağda tıbbın sınırlarının nisbeten dar kalması hastalar tarafından bazen zor kabul ediliyor. Tıp esasen bilimden çok bir sanattır. Ancak işin sanat kısmı giderek daha riskli bir hal alıyor. Tıp eğitimi sırasında genç doktor adaylarına her zaman tedavinin bireyselleştirilmesi gerektiği, aslında hastalığın değil, hastanın var olduğu öğretilir. Pratikte ise bunun aksi yönünde bir gelişme gözleniyor. Tedavi protokolleri, rehberler, yönergeler, hastayı tanımlanmış kategorilerde değerlendirmeye ve tedavi etmeye yönlendiriyor. Tedaviyi bireyselleştirme ise giderek daha riskli bir alana dönüşüyor.
Bilgiye erişim kolaylaştıkça hasta doktoruna daha az güveniyor, doktor ise hastasından korkar hale geliyor. “Bireyselleştirilmiş” tedavisinin, internette okuduğu tedavi şekillerinden farklı olduğunu gören hasta, onca yıllık eğitim ve tecrübesini görmezden geldiği doktoruyla tartışmaya girebiliyor. Olay, kimi zaman adli boyuta taşınıyor, doktorluğun sanat kısmı fazlaca kişisel yaklaşıma bağlı olduğu için doktorun kendini savunması bilimsel açıdan her zaman kolay olmuyor. Doktorlar da kendini koruma refleksi içinde, tedavi kalıplarına sadık kalmayı tercih ediyorlar.
İtalyan doktorlar, diyabetik gebe hastalarına uzun etkili analog insülinleri gönül rahatlığı ile reçeteleyebilirken, Türk doktorlar, aynı bilimsel verilere sahip oldukları halde, eski, etkinlik ve kullanımı daha kötü olan NPH insülini reçetelemek zorundalar. Çünkü bir olumsuzluk durumunda başlarının belaya gireceğini biliyorlar.
Hastayı koruma adına yapılan hasta hakları düzenlemeleri, doktorları her geçen gün daha çok köşeye sıkıştırıyor. Hastasından korkan doktor mesleğini icra etmekte zorlanıyor, risk almaktan kaçıyor. En akıllı doktor, gününü kurtaran doktor kabul ediliyor. Alınmayan riskler, hasta bakımının kalitesini düşürüyor. Sonuçta zarar gören yine hasta oluyor. Daha geçtiğimiz haftalarda belli başlı ulusal gazetelerden biri tarafından polikistik over tedavisi için östrojen içeren bir ilaç kullanan ve bu nedenle venöz tromboz geçiren hastaların “dramı” manşete taşındı. Östrojenlerin venöz tromboz yan etkisi olduğunu ilk kez keşfettiğini zanneden hamarat gazetecinin ajitasyonu sonucu, binlerce doktor, onbinlerce hastasının önünde zor durumda kaldı. Bu manşetler unutuluncaya kadar hekimlerin östrojen reçetelemesi güçleşecektir.
Tıp fakülteleri ve araştırma hastanelerinin durumu ise daha zor. Bu kurumlar araştırma yapmak ve bilgi üretmek üzere kurulmuşlar. Ancak bilgi üretmeye çalışan, araştırma yapan hekim mayınlı sahaya girmiş oluyor. Tıbbi araştırmalar ülkemizde yıllarca bilgisiz ve ön yargılı gazeteci ve televizyoncular tarafından “insanların kobay olarak kullanılması” şeklinde etiketlendi. Türkiye’de tıbbi araştırma yapan hekimler etik kurulları ve mali sorunları aşmayı başarabilirlerse asıl büyük problemin, bilgilendirilmiş olur verecek gönüllü bulmaktaki zorluk olduğu gerçeği ile yüzleşiyorlar.
İnsanımız ilaç nedir, yan etki nedir, komplikasyon nedir, klinik araştırma nedir? Bunları öğrenmedikçe tıp alanında bilimsel ilerleme sağlamamız zor görünüyor. Eğitime öncelikle toplumu yönlendirme gücüne sahip medyadan başlamak lazım, ama nasıl?
* Eylül-Ekim-Kasım 2010 tarihli Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi 16. sayıdan alıntılanmıştır.