SD 12, Editörden

Antik Yunan ve Roma mitolojisinde yoksul ve çaresizlerin yardımına koşan ve olağanüstü güce sahip olan yarı tanrı doktor Asklepios, sağlık tanrısı Apollo’nun oğludur. Bugün tıbbın sembolü olarak kullanılan uzun bir sopaya sarılı yılan figürü Asklepios’a aittir. Hıristiyan inancında Hz. İsa’nın şifa gücü malumunuzdur. Musevi inancında gerçek şifacı olan Allah, “insan doktorlara” Allah’ın yardımcıları, yeryüzündeki temsilcileri olarak insanları iyileştirecek ilahi yetki vermiştir. İslam inancında ise Lokman Hekim kendisine hikmet verilen kişidir. Hikmet, yani doğru bilgi, inanç ve düşünce gibi zihni birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesi. Yani İslam’a göre doktor, “hekimdir”, bilge kişidir.
Aslında tüm inanç sistemlerinde hekimin ululanması, hekimliğin salt bilgi ile icra edilen bir zanaat olmadığı ortak kabulüne dayanmaktadır. İnsanlığın hekimlerden yararlanımının sadece bilimsel bilgi ve metodolojinin “teknik olarak” uygulanmasından ibaret olmadığının hep farkına varılmıştır. Tıpkı bir ressamın yaptığı her bir tablonun bire bir aynısı olmadığı gibi, bir bestekârın bestelediği her şarkının birbirinin aynısı olmadığı gibi hastalar ve tedavileri de birbirinin aynısı değildir. Hekim her bir hastasını adeta yeni bir tablo gibi işlemek, değerlendirmek ve ortaya koymak zorundadır. “Tıbbiyeden her türlü sanatkâr çıktığı, ara sıra da doktor çıktığı” meseli biraz ironik olmakla beraber, hekimlerin sanatkâr yönüne de işaret etmektedir.
Ülkemizde hekimliği düzenleyen temel kanun olan ve her anıldığında insanların yüzünde hafif bir gülümseme beliren 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatların Tarzı İcrasına Dair Kanun’un “adı” da hekimliğin sanat yönüne vurgu yapmaktadır. Özellikle “adı” demedeki kastımız, adında yazılı olan ruhun, kanunun muhtevasına o denli yansımamış olmasındandır. Zira bu kanuna göre doktorluk evrensel değil milli bir meslektir, mecburi hizmet mahkûmudur, kamu görevi ile birlikte serbest görev göremez ve ticaret yapamaz. Yani zanaatı sanat yapan kimi özgürlüklerden mahrumdur.
Hâlbuki sanatçının en büyük özelliklerinden biri özgür olmasıdır. Sanat sezgiye, yaratıcılığa muhtaçtır. Diğer bir deyişle, sanatkâr, sanatını icra ederken herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın kendi yeteneğini sezgileriyle beslemesi, yaratıcılığını üst düzeyde gösterebilmesi gerekir. Sanatın sürekli gelişebilmesi ancak bu şekilde mümkündür. Toplumları etkileyen, iz bırakan ve nesiller boyu anılan sanatçıların biraz “uçuk”, biraz “marjinal” olmaları, aslında bu özgürlüklerini doyasıya kullanmalarının bir sonucudur.
Bugün geldiğimiz noktada, hekimlik her ne kadar üniversite öğrencileri tarafından giderek daha fazla tercih edilen bir “meslek” haline gelse de, hekimlik sanatının dar kalıplara sokulmakta olduğunu, sanatçı özgürlüğünün sistem adına zorunlu kısıtlamalara tabi tutulduğunu ve bu sanatın toplumsal saygınlığının gittikçe azalmakta olduğunu müşahede ediyoruz.
Hekimlerin “tam gün” çalışması yönündeki tartışmalar da bu konuya bir vehâmet katıyor. Özellikle yapılmakta olan mevzuat düzenlemelerini tam da anlamadan tam gün çalışma adına hekimi mesaiye hapsetme anlayışı kabul edilir gibi değil. Hekime “sabah 8 den akşam 5’e kadar çalış, maaşını al, senden başka bir şey istemem” demek; Itri’ye veya Beethoven’a “besteleri yalnızca gündüz mesai saatleri içinde yap, başka zamanda yaparsan dinlemem” demek gibi bir şey. Acaba Picasso da resimlerini hep mesai saatinde mi yapmıştı?
Hekimi, insanların şifa bulması için zihin fırçasını damıtık bilgi boyasına daldırıp ruh katarak tuvale aktaran bir ressam olmaktan çıkarıp, tıp kitaplarında yazılanları harfiyen yerine getirmeye çalışan ve mesaiye sıkıştırılmış onlarca hasta baktıktan sonra yorgun düşüp hayatının hazzını bile tatmaya mecali kalmayan “olağan ötesi bir teknisyen” haline getirmek sizce ne kadar doğrudur?
İtiraf edelim ki, sistem disiplin gerektirir. Güçlü ve kapsayıcı sistemler, standartlar, kurallar ve dengeler üzerine kuruludur. Ancak özgürlüklerin giderek genişletildiği, açılımların arka arkaya geldiği bir ortamda, sistem adına hekimlerin sanatlarını sanatkârca icra etmelerine engel olmak, gerçekten bahsedilen ve arzu edilen toplumsal faydayı sağlayacak mı? Yoksa “Ben Tarikatı” üyelerine yenilerini mi kazandıracak? İlerleyen sayfalarımızdaki bu kavramı aydınlatan yazımız maksadımızı daha iyi anlatacaktır. Hekimlerin, yüzyıllardır “yetenekli” oldukları için “rahat yüzü görmediklerini” bu satırlarda öğreniyoruz.
Hikmet yüklü hekimlik sanatının gerçek değerine yükseldiği, yeni nice sanatkâr hekimlerin özgürce sanat icra ettiği günlerde buluşmak dileğiyle…
* Eylül-Ekim-Kasım 2009 tarihli SD Dergi 12. sayıdan alıntılanmıştır.
15 OCAK 2010Bu yazı 3816 kez okundu - Yazdır
- Yazı Büyüklüğü A(-) A(+)
- Paylaş
Sayı içeriğine ait yorum bulunamamıştır. Yorum yazabilmek için üye girişi yapınız