Dergi

  • Yazı Büyüklüğü A(-) A(+)
  • Paylaş
SD

SD 9, Haberler

Karbonhidratların kısıtlanması tip 2 diabette yararlı

Obezitenin beslenme tedavisinde karbonhidrat kısıtlaması öneren Atkins dieti uzun yıllar tıp camiasından olumsuz tepkiler aldı. Bu diette karbonhidrat alımı çok azaltılırken protein ve yağlardan alınan kalori miktarı serbest bırakılıyor. Bu ketojenik diyetin fizyolojiye uygun olmadığı, kilo kaybı sağlasa bile lipid profilini bozacağı ve kardiovasküler olayları arttıracağı düşünülmekteydi.

2007 yılında 331 kadının bir yıl süreyle takip edildiği bir çalışmada, Atkins diyeti uygulayanların kalori kısıtlaması yapılan diğer diyet planlarını uygulayanlara göre daha fazla kilo verdiği gösterildi. Beklenenin aksine, Atkins diyeti kardiyovasküler risklerde herhangi bir artışa da neden olmamıştı.

Duke Üniversitesi Tıp Merkezi doktorlarından Eric C Westman’ın Nutrition and Metabolism dergisinde yayımlanan araştırmasında, obez tip 2 diabetli hastalar Atkins diyetine benzer sıkı karbonhidrat kısıtlaması (günde <20g) yapılan ketojenik bir diyet ya da günde 500 kcal kısıtlama yapılan düşük kalorili bir diyet programlarına alındı. Toplam 84 hasta çalışmaya alındı, 49’u çalışmayı tamamladı. Orijinal Atkins diyetinde 20 gramın altında karbonhidrat kısıtlaması ilk iki haftada önerilirken bu çalışmada 6 ay boyunca kısıtlama aynı derecede devam ettirildi.

Çalışma sonunda her iki grupta da hemoglobin A1c, açlık insülin de düşme ve kilo kaybı sağlandı. Ancak düşük karbonhidrat grubunda hemoglobin A1c daha fazla (yüzde 1.5 karşı yüzde 0.5) düştü. Kilo kaybı da düşük karbonhidrat grubunda daha fazla gerçekleşti (-11.1’e karşı -6.9 kg). HDL düzeyi düşük karbonhidrat alan grupta ortalama 5.6 mg/dl artarken düşük kaloriyle beslenen grupta değişmedi. Açlık glukozu, trigliserid düzeyi ve bel çevresindeki değişiklikler ise farklı bulunmadı.

Yaşlılarda kardiovasküler riskin en iyi göstergesi homosistin

Hollanda’da yapılan ve BMJ’de yayımlanan bir çalışmada 85 yaş üzerinde Framingham Risk Skoru’nun kardiovasküler olayları tahmin etmede yararlı olmadığı gösterildi.

Kardiyovasküler hastalık öyküsü olmayan 85 yaş üzeri 215 kadın ve 87 erkeğin 5 yıl izlendiği çalışmada; cinsiyet, sistolik kan basıncı, diabet, sigara, sol ventrikül hipertrofisi gibi Framingham Risk Skoru parametrelerinin kardiovasküler ölümleri tahmin etmede yararlı olmadığı saptandı. Diğer yandan yeni kullanılmaya başlanan risk faktörlerinden folik asit, CRP, interlökin 6’nın kardiovasküler olay riski ile az da olsa korelasyon gösterdiği izlendi.

Çalışmada takip edilen risk faktörlerinden en yararlısının homosistin olduğu bildirildi. Homosistin değeri en yüksek üçte birlik grubun en yüksek kardiovasküler riske sahip olduğu saptandı. Araştırmacılar, ileride statin tedavisi başlanması gereken hasta grubunun homosistin düzeyine göre belirlenebileceğini iddia ediyor.

Çocukluk çağında travma kronik yorgunluk sendromuna yol açıyor

Atlanta Emory Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada çocuklukta geçirilen fiziksel, cinsel, duygusal travmaların erişkin hayatta kronik yorgunluk sendromu (KYS) riskinde büyük artışlara neden olduğu bildirildi. ABD’de erişkin nüfusun yüzde 2.5’unu etkileyen kronik yorgunluk sendromu, yılda 9.1 milyar dolar ekonomik kayba neden oluyor.

Georgia eyaletinde yaşayan KYS’lu 113 hasta ile 124 sağlıklı birey kontrol çalışmaya alındı. Bireylerin çocuklukta fiziksel, duygusal ya da cinsel bir travmaya maruz kalıp kalmadıkları sorgulandı. Denekler; depresyon, anksiete ve post-travmatik stres bozukluğu yönünden de araştırıldı. Sabah uyandıktan hemen sonra alınan tükürük örneklerinden kortizol çalışıldı.

Çocukluk çağı travmalarının KYS riskinde genel olarak 5.6 kat risk artışı meydana getirdiği saptandı. Cinsel ve duygusal travma ile ebeveynin ilgisizliği en önemli risk faktörleri olarak belirlendi. KYS’na ek olarak post-travmatik stres bozukluğu olanlarda çocuklukta travma öyküsünün 9.6 kat arttığı görüldü.

KYS sendromu olanlarda tükürük kortizol düzeyleri kontrollere göre daha düşük saptandı. Ancak çocukluk travması yaşayanlar ayrıldığında, diğer KYS hastalarının kortizol düzeyi kontrollerden farklı bulunmadı. Araştırmacılar, bu bulgunun KYS’nun farklı alt tiplerinin bulunduğuna işaret edebileceğini belirtiyor.

Statinler demanstan koruyor

Günümüze kadar en az 20 çalışmada statinlerin Alzhemier hastalığına etkileri araştırıldı. Bir çoğunda farklı sonuçlar bildirildi; bazılarında lipofilik statinlerin olumlu etkilerinden söz edilirken bazılarında da apolipoprotein E-4 alleli taşıyan bireylerin fayda gördüğü bildirildi.

Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada ise şimdiye kadarki en büyük hasta populasyonu takip edildi. Journal of Neurology, Neurosurgery and Psychiatry’de yayımlanan makalede, 1990-1993 yılları arasında izleme alınan 55 yaş üzeri demans bulgusu olmayan 6 bin 992 birey ortalama 9.2 yıl takip edildi. Bu gruptan 582 kişide Alzhemier gelişti. Diğer klinik faktörler ve sosyodemografik etmenler eşitlendiğinde, statin kullananların hiç kullanmayanlara göre riskinin yüzde 43 azaldığı saptandı. Etki hem hidrofilik hem de lipofilik statinlerle, apolipoprotein E-4 allelinden bağımsız olarak ortaya çıktı. Fibratlar, safra asidi bağlayan resinler ya da nikotinik asit gibi diğer lipid düşürücü ilaçların ise koruyucu bir etkisi görülmemiş.

HIV’ın cerrahtan hastaya bulaşma riski düşük

CDC’nin 1991’de yayımladığı rehberde HIV+ sağlık personelinin invaziv girişimlerden uzak durması önerildi. İsrail’de HIV+ bir cerrahın tecrübeleri ise, doktordan hastaya HIV bulaşma riskinin çok düşük olduğunu gösteriyor.

İsrailli cerrahta, 2007’de HIV enfeksiyonu saptanınca cerrahın çalıştığı hastanelerde 1997’den beri opere ettiği 1669 hasta aranarak HIV testi için çağrıldı. 545 hasta test yaptırdı ve hepsi negatif bulundu. İsrail Sağlık Bakanlığı’nın topladığı bir komisyon, cerrahın mesleğine herhangi bir kısıtlama olmaksızın dönmesine izin verdi.

Gebelikte SSRI kullanımı gestasyonel hipertansiyon riskini arttırabilir

Harvard Halk Sağlığı Okulu’nda yapılan bir araştırmada, hamileliğin ileri dönemlerinde SSRI kullanan kadınlarda gestasyonel hipertansiyon riskinin arttığı belirlendi. SSRI hiç kullanmayanlar ya da ilk trimester bitmeden kesenlerle karşılaştırıldığında SSRI kullanmaya devam edenlerde preeklempsi riskinin 4.9 kat arttığı saptandı.

ABD’de gebe kadınların dörtte birinde depresyon belirtileri gözlenirken gebe kadınların yüzde 13’ü antidepresan ilaç (çoğunlukla SSRI grubu) kullanıyor.

Çalışmada gebelik öncesi hipertansiyonu olmayan ve 1998-2007 tarihleri arasında malformasyonsuz bebek doğuran 5 bin 731 kadının verileri incelendi. 5 bin 532 kadın hiç SSRI kullanmadı. 107 kadın gebelikten 2 ay öncesinde SSRI kullanıyordu ve ilk üç ayda bıraktı. 92 kadın ise gebelikten en az 2 ay önce SSRI kullanmaya başladı ve ilk trimesterden sonra da devam etti.

Gestasyonel hipertansiyon sıklığı hiç SSRI kullanmamış olanlarda yüzde 9, ilk trimesterde ilacı bırakanlarda yüzde 13.1, ilaca devam edenlerde ise yüzde 26.1 olarak saptandı. Preeklempsi sıklığı ise söz konusu gruplarda sırasıyla yüzde 2.4, yüzde 3.7 ve 15.2 bulundu.

Depresyonlu gebelerde hipertansiyon sıklığının arttığını bildiren çalışmalar mevcut. SSRI’ların hipertansiyonda etiyolojik bir rol oynayıp oynamadığı bilinmiyor. Çalışma sonuçları gebe kadınlarda SSRI tedavisinin kesilmesi gerektiğini düşündürmekle birlikte, gebelikte tedavi edilmeyen depresyonun preterm eylem, düşük doğum ağırlığı, annede beslenme bozukluğu ve postpartum depresyon gibi riskleri mevcut. Diğer yandan ilk trimesterde SSRI kullanımının fetal malformasyonlara yol açabildiği de biliniyor. Araştırmacılar, ilaç tedavisinin devam ettirilip ettirilmeyeceğinin riskler ve yararlar göz önüne alınarak her hasta için ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiğini ancak ilaç tedavisine devam edilenlerde hipertansiyon açısından yakın takip yapılmasını öneriyor.

Ezetimib – kanser ilişkisi hala net değil

Aort Stenozunda Simvastatin ve Ezetimib (SEAS) çalışması geçen yıl Avrupa Kardiyoloji Kongresi’nde sunulduğunda, ilaç kullanan grupta plaseboya göre daha fazla fatal ya da non-fatal kanser olayı görüldüğünün açıklanması herkesi şaşırtmıştı.

Kanser verileri açığa çıktıktan sonra, devam eden iki ezetimib çalışmasının verileri de gözden geçirildi. IMPROVE-IT ve SHARP çalışmalarında, en az üç yıllık izlem süresinde kanser riskinde artış saptanmadığı görüldü. Henüz sonuçlanmayan bu iki çalışmadaki toplam kanser vakası rakamları, SEAS çalışmasında görülen kanser sayısının dört katı olmakla birlikte, ezetimib kullananlarda daha yüksek değildi. Ancak üç çalışmanın verileri bir araya getirildiğinde, tedavi alan grupta kanser riskinin halen yüksek olduğu izlendi.

Ezetimibin güvenilirliği halen tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Mevcut verilerin ezetimib kullanımını engellemesi gerektiğini savunanların yanı sıra, çalışmalar tamamlanıncaya kadar hiperkolestorelemi tedavisinde statine ezetimib eklenmektense, statin dozunun yükseltilmesinin daha güvenli olacağını savunanlar var. ABD’de ezetimib ve simvastatin/ezetimib kombinasyonlarının satışı şimdiden geçen yıla göre yüzde 39 azaldı.

Prokalsitonin düzeyi yoğun bakım hastalarında güvenilir olmayabilir

Prokalsitonin düzeyi, sepsis ile sistemik inflamatuvar cevap sendromunun ayrımında kullanılıyor. Ancak BMC Infectious Diseases dergisinde yayımlanan bir makalede, prokalsitonin düzeylerinin daha önce sepsis geçirmiş yoğun bakım hastalarında ikinci sepsis durumunda çok daha düşük seviyelerde kaldığı bildirildi.

Araştırmacılar yoğun bakımda yatan ve ilk kez sepsise giren (n=62) ya da daha önce bir sepsis geçirmiş olup ikinci kez sepsise giren (n=117) hasta gruplarında prokalsitonin düzeyini karşılaştırdı. İlk kez sepsis geçirenlerde prokalsitonin ortalama 55.6 ng/ml iken ikinci sepsisi geçirenlerde 6.4 ng/ml olarak ölçüldü. İkinci sepsisdeki prokalsitonin düzeyinin düşüklüğünün; yatış süresi, kandidemi, antibiyotik tedavisinden bağımsız olduğu saptandı.

2 mg/ml eşik değer olarak alındığında prokalsitonin düzeyi, ilk sepsiste sistemik inflamatuvar cevaptan ayırmada yüzde 83 sensitifken, sekonder sepsiste aynı eşik değerinde sensitivite yüzde 58’e düşüyor. Araştırmacılar, daha önce sepsis geçirenlerde, eşik değerinin daha düşük tutulması gerektiğini vurguluyor.

Kahve; ağız, farenks ve özefagus kanserinden koruyor

American Journal of Epidemiology dergisinde yayımlanan Japonya’da yapılan bir araştırma, kahve kullanımının ağız, farenks ve özefagus kanseri riskini azalttığı bildirildi. 40-64 yaş arası 38679 kişinin ortalama 13.6 yıl izlendiği çalışmada 157 vakada; ağız, farenk ve özefagus kanseri tespit edildi. Günde bir veya daha fazla kahve içenlerde, hiç içmeyenlere göre riskin yüzde 49 azaldığı görüldü. Kahvenin bu koruyucu etkisinin her iki cinste ve alkol - sigara kullanan yüksek riskli bireylerde de mevcut olduğu saptandı. Araştırmacılar, özefagus kanseri riskinin azaltılmasında en etkili önlemin sigara ve alkolün kesilmesi olduğunu ancak kahvenin de hem düşük riskli hem de yüksek riskli gruplarda koruyucu bir faktör olarak göz önünde bulundurulabileceğini belirtiyor.

* Aralık-Ocak-Şubat 2008-2009 tarihli SD Dergi 9. sayıdan alıntılanmıştır.

4 MART 2009
Bu yazı 3305 kez okundu

Etiketler



Sayı içeriğine ait yorum bulunamamıştır. Yorum yazabilmek için üye girişi yapınız

  • SON SAYI
  • KARİKATÜR
  • SÖYLEŞİ
  • Şehir hastaneleri hakkında düşünceniz nedir?